29 Temmuz 2010 Perşembe

http://godotyamektuplar.blogspot.com/

'kar yolları kapatınca'

-eve ne zaman döneceğiz?
-sular çekilince

hepsi yalan.
sular çekilebilir, yaz geçer.
sonra kar yolları kapatır, dağlar ve yollar sır olurlar kış olduğunda bu adada.
ben bir çocuk gibi beklerim hiç gelmeyecek gemilerini senin.
sonra yaz olur, sonra sonbahar ama hiç baharın ilkini göremeyiz biz bu dört başı mamur yalnızlığımızda.
ağaçlardan bahsedersin, bir de kimsesizliğinin kıymetinden, beni kimsesiz bırakırsın yüzme bilmediğimi bilerek.

babasız büyümüşsün, adını bile başkası koymuş, yaşını soranlara küs, beni duyan var mı diye bağırmışsın geceler boyu. duyan olduysa da ses etmemişler. unutulmuşsun bu adada.


-eve ne zaman döneceğiz?
-sular durulunca

yalan.
sular durulabilir, fırtına diner.
sonra gemiler koyu kapatır, zincirlerle hapsederler bu sefer bizi birbirimize, kayalıklar ve akarsular sus pus olurlar, sen sus olursun, ben susmam.

mevsimleri unuturuz, geldiğimiz şehirleri, insanları, gölgeleri, arkadaşları ve sevgilileri unuturuz da bir tek akşamları unutamayız bir de erguvanları.

kuş bilirdim onları derim, sinirlenirsin.

tembelliğimden başlarsın, sarhoşluğumdan geçerken uyuyakalırsın kumların üzerinde.
üzerini bir kıskançlıkla örterim, yazdıklarına düşman, ateşe yakın okurum gizlice, şeytanlarım tutar elimden, ellerimdekilerinden, atamam ateşe seni, tekrar yazarsın da bir gece daha ölmek şansım olabilir sayende diye. sırtın dönük selamlarken ağaçları uykunun tedirginliğinde ben ateşi söndürürüm karanlıktan korktuğumu unutarak.




Kader sokak
Temmuz 2010

28 Temmuz 2010 Çarşamba

akdeniz

yok başka
bir yer
ankara dan

sanki
deniz var gibi
beyaz

sen
burdasın gibi
mavi...


temmuz 2010
farabi

24 Temmuz 2010 Cumartesi

hasan ali toptaş a...

fark?


Yalnızlığına akacaklar kelimelerin, o kelimelerde büyüyen yalnız dünyalara... sonra çekip gidecekler mi, bilinmez. İnsanlar büyüyecek o kelimelerin eşiğinde. Kelimelerden içeri adım atmadan kalıverecekler, bir harf olacaklar ancak bir dağ eteği misali. Belki yüreklerine sığdıramadıkları fazlalıkları bir yoksula uzatır gibi bırakacaklar oraya, o sensiz coğrafyaya.

İnsanlar gelip geçecek kelimelerin önünden. Kimi yüce bir duvar görecek ürküp kaçacak, belki bir çift göz, çıplak bir ses duyacak harflerde, soyunup bütün eskilerinden, çıkarıp bütün dikenleri etlerinden, bağıracaklar kendi içlerine. Kendi yankılarını bulacaklar, bir yabancı iken şimdi bir yağmur olacaklar evinde. Akıp omuz aralıklarından dökülecekler toprağına. Kelimeler olacak. Kelimelerin insanları. İnsanlar gelip geçecek. Gelip geçtikçe insanlar, kelimeler kök salacak, boy verecek toprağına, o sensiz coğrafyana...


kader sokak
2010

22 Temmuz 2010 Perşembe

nevzat her şeyi biliyor çünkü ismi güzel. sen daha beklemelisin, güzelleşebilmesi için isminin dualar etmelisin. nevzat mecbur değil çünkü ismi çok güzel nevzat ın. senin neyin var ? hiç!
yazı yazmak oyun değildir dedi.
sen oyun oynar gibi dolaşıyorsun satırları.
bir şey demedim.
allah iyiliğini versin dedim.

20 Temmuz 2010 Salı

bunlar benim olsun mu?

kafamı şakaklarından vurdum
olmayacak yerde gülmüştü
hem de öyle işte

siyatik diye bir şey var
bilir misin?

kışın tutar
nineler söyler
biz dağarcıkta tutmamışız

ne olmuş siyatiğe
neden kullanışsız kalmış?

kafamı şakaklarımdan vurdum
olmadık yerde atmıştı
hem de öyle işte

kafamın metresi var
bilir misin
boylu boyunca uzanır
gece olduğunda

...

hikayeden anladığın bu mu
diyorum kapıcıya

bunlar benim olsun mu diyor

bütün minderlerimi veriyorum
aidatla birlikte

makbuz diyorum
gülüyor

bu kadın siyatiğime tekme atıyor
çok gülüyor
çamaşır suyuyla seda sayan a
aynı anda maruz kalabiliyor

bir daha gelme diyorum
anahtarlarımı da geri ver!

makbuz diyorum
ansansörde eşya taşımak yasak
diyor

gülüyorum

anahtarlarımı geri versin

istiyorum
...


msd
kader sokak

yaşlılık

Yaşlılık

Bir sır gibi kaybolmuşlar
Yolları birbirinin içlerinden geçer
Bilmedikleri gibi inat ederler birbirilerine
Bütün yollardan, bütün o zamanlardan sonra
Başını omzuna, omzunu kucağına bırakıp
Papatya koklayacaklarına
Olmamış birer yaşam, kime neye göre?
Olmamış birer yaşam, kendi kibrini gösterir belki
İşaret parmağıyla savurur seni
Benliğinin yansımasının kırılıp geçtiği
Bütün o vahşiliklerden


•O kadar iyi biliyoruz ki mutluluğu; mutsuzluğu tanımak zorlaşıyor


eda acara
http://rubaiceleme.blogspot.com/

bir göz atın

http://plastikstress.blogspot.com/

19 Temmuz 2010 Pazartesi

nande

ben bu hayatta iki şeyi sevmem nande:

riya, yalan, düzenbazlık, çekimserlik... hepsini bir ölçüde severim sevmesem de bilirim, ucundan yaşarım, bazen göbeğinden.

iki şeyi hiç sevmem:

pazartesi' yi ve kaymağı sevmem. hiç sevmem. o da sevmezdi, o yüzden pazartesi' leri yazardı hep, beni bahane ederdi, kurtarılacak bi' şey varmış gibi kıpırtısız, sahte bir telaşla sarılırdı.

kimdi?
nerden gelmişti?
gidecek miydi?
geri gelecek miydi?
bunları bilemezdim, bilmekte istemezdim. bu o' ydu, o' nun cumhuriyetiydi, nasıl bencil, nasıl tutkulu.

mecburi bir sevimsizlikti haftanınki, pazartesinin suçu yok.

bu yüzden;

ben bu hayatta iki şeyi hiç sevmem...

pazar er tesi, kaymak.

nasılsa öyle

okuldu, kıştı... çok kalabalık zamanlardı.

ben her gün bitmeyen bir ısrarla onun binasının önünde bekliyordum, elimde yazdıklarım, bir aralık yakalasam ellerine tutuşturacaktım. her gün yeni bir bahaneyi çıkarıyordu çıkınımdan, her gün tokat gibi bir dörtlükle evime gönderiyordu beni... o nu dövmeye yollayacağım bir abim yoktu, mahallenin sevilen çocuğu da değildim. kıştı ve kalabalıktı. aşıktım.

yıllar öyle geçti...

yazardı, gerçek yazar ama, çok yazanlardan, yayınlayanlardandı. zamanlarımız geçti, aşıktım, çıt etmezdi, bazen bütün odaları sanki benimle doluymuş gibiydi de bazen ben sanki hiç evinin önünden bile geçmemişim gibi bakardı, oradaydım, baktığı yerde, görmezdi... beni üzerdi, ağlardım.

en çok pazartesi’ leri yazdım ben biliyor musun dedi bir kahvaltı masasında, etrafıma bakındım.

neden diye sormayacak mısın ?

sustum.

en çok dedi, seni ve pazartesi’ leri yazdım...defterlerini saklama...

büyüktü, büyüleyiciydi, büyücüydü...

kızıl saçları, mavi gözleri ve ip ince ayak bilekleri vardı, yürüdüğünde kalbim hızlı çarpardı, mutfaktaki tıkırtı, rakı kadehinin ellerindeki bakışı... güzeldi, kadındı, hem de çok...

pazartesi’ leri ve seni yazdım dedi...
çünkü yazıyı kurtarmanın en güzel yolusun sen... sen bir hafta başlamaklığı olamayacak kadar güzelsin ...

seni yazdım dedi...
defterlerini saklama demedim mi sana bak avucumun içine yazmak zorunda kalıyorum sana bu mektubu...

‘en çok seni ve pazartesi’ leri yazdım biliyor musun?’


gitti... avcunun içinde böyle bir mektupla artık yaşamamayı seçti. aşıktım, ağladım...

yazardı, çok yazardı, beni yazardı ve pazartesi’ leri, kedileri de yazardı ama ben seviyorum diye. aşıktım, gitti... artık yazmamayı seçti.

18 Temmuz 2010 Pazar

dinlemiyorsun..
bak ne çalıyor


sekans/ankara

17 Temmuz 2010 Cumartesi

ş

iki
çoğul

üç
daha bir
çoğul

farkı kalmıyor
bulaşmaya
besmeleliysen
yüzlerin kalabalığına
kim bilecek
gözünü bürüyen
kanın
kaynağını
gecenin
ortasında

dert
kişisi yle olsa
daha bir
sert
olurdu
bu çoğunluk

en iyisi
milli
takımda
olmamak
elbette

bunları diyen
kendi
ana
dili
dahil
kimseninkini
bilmeyen
birisi

ne
de
ol
sa.
.
.




msd
kader sokak
yaz 2010

15 Temmuz 2010 Perşembe

ne

ne
yapayım
elim
mahkum

yabancı
ülkedeyim

kim
konuşsa
kulak
kabartıyorum
öğrenmek
için
bilmediğim
dil’ imi

dinlemesek
ne olacak
sanki

en
iyi
ihtimal
tuvalet
kapısında
çarpışırız

ki


msd
kader sokak

raklamlar

http://naneolasimvar.blogspot.com/

bu bloğa bir göz atın bence...

iskele-sancak ya da sardunya fesleğen

bir denizimiz eksik
bu şehirde
o da olmayı versin
kediler dolaşıyor ya bahçemizde
ellerim fesleğen oluyor
öyle seviyorum yazı işte…

deniz dibinde kayalar gibi
seriniz
parkta bir kurbağa zıplıyor önünden
edip sen mi geldin diye gülüyorsun
öyle seviyorum parkları işte…

başka hiç bir şehrin parkları
böyle cansever kokmaz

başka kimseye
kurbağaları sevdirmez şairler
hele de ölü olanları

bir ölülerimiz eksik
bu şehirde
onlar da gitmiş oluversinler
ne yapalım
rakı içiyoruz ya bahçemizde
kediler dolaşıyor
öyle seviyorum kurbağaları işte...

msd
kader sokak

14 Temmuz 2010 Çarşamba

yarım bırakılmış

bak
birazdan
bir şeyler
olacak

çocuklar
evlerine
kediler ağaçlara
saklanacaklar


birazdan
gök
patlayacak
kuşlar
ve
yalnızlar
aynı
duaları
yakacaklar

msd
kader sokak

13 Temmuz 2010 Salı

bileyi

adının ilk harfini büyük yaz

bunca harfin
hangisini büyütsem
bir tarafın
eğri kalıyor
tamamını büyü(k)sem

çocuksun

gününün sonunu
beraber içelim
sonra saldıralım
sokaktakilere
sen çantamı tutarsın
ben kendimi

sokaktayım
sokak
çocuğuyum

utanırsın benden
bilirim

sen utandıkça
ben
dişlerimi
bileyleyip
kendi
etime
geçiririm

camdan
iskeletliyim

yok
kimsem
kendi
(m)
den
başka

içimde bir tünel
bit kadar değersizim
akıp giden
yolsuzluğumda


msd
2010 kader sokak

hiç bir şey

Ön bahçeye çiçekler eksek ya necati... çiçekleri çok severler.

Sıcak nefesimden uçup gidiyor, böyle zamanlarda isimleri konuşuyoruz seninle bir de olmadık şeyleri, kitaplardan uzak durma diyorsun, yazmaktan da... kim o diyorsun sonra, bunca sinirlenecek ne var?

Sinir değil de necati, bir gece olmuş gidelim artık yorgunluğu benimkisi. Biliyor musun geçmek bir hareketi anlatmaz her zaman.. o ancak bir süreci, bir çekilmişliği anlatabilir.

Sen hiç bir şeyi anlatırsın necati, keyfin yerindeyse ağlarsın, değilse susarsın.

nane olasım var

Delideki akıl, yaşamın kaşıkla verip kepçeyle alma dürzülüğüne "tezatın feriştahıyım" diyebilecek akışkanlıktaymış. Kafasındaki huni bundanmış.

http://naneolasimvar.blogspot.com/

12 Temmuz 2010 Pazartesi

mülkiyet bir yanılsama biçimidir

mülkiyet
bir yanılsama
biçimidir
unutma bunu

evet
vatansızım
doğu(mu)mdan
beri

sana ne bundan

mülteciyim
ama
sana
değil

sen beni
kiminle
barıştırıyorsun?

di' li geçmemiş zaman

odamın içinde nefes dolusu kırgınlık, hiç bir suskunluk ses vermiyor sesime.. dönüp duran bir film beynimin içinde, her kareyi fotoğraflıyorum, fonda yitik bir ses; exit music (for me)...


yüzümün ortasında derin bir hiçlik çizgisi, hiç bir yaşanmışlık ilham veremiyor yeni bir başlangıç planına. durabildiğim kadar yağıyorum evimin duvarlarına... çok eskiden izlediğim bir film geçip gidiyor zihnimden, silemediğim her şeyi vuruyor yüzüme; yamacımda uğuldayan boşluklar... herkesin bir gün öğreneceği şeyi ben de öğreniyorum.

masanın üzerinde sesi kesilmiş bir yapmacıklık, yazılmış her şeye yabancı bir ben varım.. sonucum kesinleşmemiş, bir tek tuhaf bir acı var parmak uçlarımda, yanıma alabileceğim hiç bir şeyim kalmamış, sesimi istiyorlar, küfrediyorum... kapıda ıslık gibi kesici bir yalnızlık, sayfalarını yalayarak yapıştırıyorum duvarlarıma; ...Son Kuşlar...



kalabalığın içinde üzgün bir çocuk yüzü, aklından geçenleri anlamak imkansız, yağmur ya da cinayet, fark etmiyor! her an her şeyi yapabilecek cesareti var, korkusu ciddiye alınmamak kanun tarafından bile.. Avucunun içinde kemik bir misket, 'bu sana ders olsun!' diye kazımış üstüne.. sokağın karşısındaki seyyarın tablasında eski bir film afişi; Turist Ömer Uzay Yolunda...



korkunun ecele faydasının olmadığını görmek için çok küçük yaşı, bir kalabalığın bir ölümle adlandırılmasının anlamsızlığını anlamak içinse büyük... yaşayabileceklerinin toplamı yaşadıklarının yanında eksik kalıyor, kitap bitiyor, söz susmak üzere, altını çizecek tek bir cümlesinin bile olmadığını gördüğünde, gökyüzü bir bulutu boğazlıyor... yüzüne bir damla damlıyor; seni ben ellerin olsun diye mi sevdim...




fısıltıyla söylediği her şey arsız bir kalabalığa dönüşüyor gün doğumlarında. kendi sesine küs, yüzünü bir duvar resmi gibi binlerce parçaya bölüyor... içim diyor, parçalanacak kadar bile iç değil artık.. galibi baştan belli bir rulete oturmak su serpmiyor gözlerine, duruyor ve son kez evine bakıyor, kapıyı çekerken aynı şarkı dolaşıyor duvarları; ...henüz onlar bunları bilmiyor...


zor olan yaşanmış olanları unutmak, hiç yaşanmamış olanların sadece ıskalananlar olduğunu biliyor, her gün aynı yükle yürüdüğü yolun sonuçsuz bir varsayıma dönüşmesini izliyor, yürümekle görmek aynı şey değilmiş, anlıyor.. farkında olunmaksa muamma. bütün sessizliğini sırtlayıp yeni bir rota çiziyor evine giden, paralel sokakta hep aynı ses; supergirls don t cry..



susuyor, kimse aldırmıyor.. susmak hiç bir şey anlatmıyor.. aynadaki kağıtta iki mısra;

'hangi sokak,hangi meydan buluşturur bizi
hangi yalan,hangi yasak karşılar bizi'...



di'li geç(me)miş zaman...

masanın üzerinde duran bardağa yüzü yarım yamalak yansıyordu. yansımadaki yüzü tanımadığına emindi.. bir yalana bir çok intihar mektubu yazılabileceğini görmüştü çünkü. yaşadığı her şeyin yalan olma ihtimalini gözden geçiriyordu, gözleri kanlandı.. emindi bu yüzü tanımıyordu, hiç bir ses, hiç bir koku, hiç bir şey ifade etmiyordu, kabul etti, yalnızdı. gecenin son şarkısı çaldığında sarhoş olduğuna emin oldu; benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım...



bu ben miyim diye sordu, sonra güldü kendine bunca soru arasından bunu mu seçebildim diye. her soru bir cevapsızlığı, her bilinmeyen bir intiharı, her mektup bir inzivayı getiriyordu beraberinde.. bütün sorulara tek bir cevap buldu, bütün cevaplara tek bir yüz, bütün yüzlere tek bir ifade kondurdu. paramparça edilmiş bir fotoğrafın pişmanlığıydı evini dolduran; anıların ne suçu vardı? pencereyi kapattı, çocuksuz arka bahçeye baktı uzun uzun, kedinin ıslığında yine o şarkı; Sana Dair...



bütün duaların tek bir gökyüzüne yansıdığına inanmak için uyandı, hayatım diyordu, pekte yıpranmış görünmüyor aynadan baktığımda. sesi, elleri, koridordaki fotoğraflar, aynı iç güdüyle fondip yapılmış bir birlikteliğin sessiz şahitleriydiler şimdi. kalbindeki bu boşluk hissi, bu her sabahı yağmur kokusuna boğan sessizlik, akıl almaz bir saçmalık sürüyordu dışlanmışlığına, eli çekmecedeki nota uzandı çaresiz; ben olunca yanında, sen olunca yanımda, biz olunca yan yana...



doğru sorulara yanlış cevaplar verdiğini biliyordu, sesler silikleştikçe kendi cevaplarının anlamlarını yitirmeye mahkum olduklarını da... bu hale nasıl geldiklerini anlamaya çalışıyordu. ilk bakıştıklarında içini göğsünden söken kadının yalnızca eski bir şarkısı oluvermesine inanamıyordu.. cevaplar tükeniyordu, oksijen de.. aklı bir hikayenin yitişine zaman diyordu, kalbi yangın... yanında oturup 'ben sıradan 'biriyim' diyebilen adamı özlüyordu, hiç bir yüz, hiç bir hikayeye onun yüzü kadar yakışmıyordu. radyoda yine o şarkı; Bu yağmur seni benden alıp götüren yağmur...



duvarda asılı duran resme baktı uzun uzun.. gördüklerine bir anlam, yaşadıklarına bir isim, duyduklarına bir sebep bulmaya çalıştı. olan bitene bir dip not düşürmeye mecburdu, sustu.. elinde olanları saydı, yokluk bir değer değildi, sustu... kendi hikayesinde kadro dışı kalmıştı, yalnızdı.. olmasını dilediklerinin çok uzağındaydı, resimdeki yüze daldı, kulaklarında bir şarkı, yalnız çok rakı zamanlarında dinlenilen; bir zamanlar benim sevgilimdin...



koltuğunda otururken ve biterken bir hikaye;...


şiir ya da resmi uyarı, fark eden bir şey yok inan.. bütün sokaklarında adını andığım, yüzünü bu hikayesinin her karesine yerleştirdiğim, adınla başlayıp, ellerinle nefes aldığım, gecelerini, çocuklarını, seslerini seninle sevdiğim bu günce şimdi sen olmadan hiç bir şey ifade etmiyor. hiç bir yaşamak duygusu yanında olmanın hissini tattırmıyor. günlerimi geriye doğru sayarken, yağmur yine aynı, şarkılar da... dudaklarımın arasında kırgın ve pişman bir şiir;



*...gitti... gülüşleri gülüyorum yine, gülüşleri, sanki benimmiş gibi!
belki bir dağ çarpılmışlığıydı bizimkisi
savurdum sevinçleri!
and olsun dedim ve aşk olsun, yoksun..
yoksun!
bu takvimler, belki bir gün
sana yeniden rastlamak için
seni bulsam 'beni bağışla' diyecektim
kıymetini bilemedim!
hüznümün oğludur bu kentte anılar
seni... seni çok özledim...

*(yılmaz odabaşı)





m.s.d
yazı yazmak oyun değildir dedi.
sen oyun oynar gibi dolaşıyorsun satırları.
bir şey demedim.
allah iyiliğini versin dedim.

9 Temmuz 2010 Cuma

nadya komanacci




biliyor mu
baktığı suyun derinliğini
yoksa
sadece
bak dediler
diye mi
sabitlenmiş gözleri
bir anlaşmazlığa

ölü cevaplar istemiyor ki ömür
kimin elinde kalsa
karlı çıkan
o
olacak
nasılsa

içimiz
geçiyor bu şehirden
içimiz
baktığımız sularda
boğuluyor

soluklarımız
hep
istediği
yerlerde
değilse de
zaman hep
içim(iz)den geçiyor
nedense

ne
şehir
ne
insan

ne
bu fotoğraf

olan bitene
bir anlam
veremiyor...

bir isim
bir şehir
bir de
fotoğraf
bu sıkkın
temmuz akşamı
bunlardan
bir tanesi bile
bir çok şeye
yetebiliyor...

eskiden

biz geçen gün
bir grup yaşı geçkin çocuk
voltran dan
kuyu bilyesinden
ve
yakan toptan
gülüşürken

kendimizi
uzun eşşekte
bulduk


msd
erken gelmişim
oturup içmeye başlamalıyım diyorum
çünkü çok kırıcı olacak her şey

sesler durgunlaşıyor
yaz olmuş
akşam güneş hep mi aynı yerden batmak zorunda
bu gece bizim sokakta
asılı kalsa ya
iki kelime

yer(siz)
yurt(suz)
?

8 Temmuz 2010 Perşembe

cina-i fikriyat

ben
olsam
sırf
sen
üzülürsün
diye
oraya
gitmezdim

gittin
güzel mi
şimdi
o
çok
kişilik
dünyan?

yapacak
daha güzel
işlerimiz mi
var
sanki?

ben
olsam
sırf
sen
üzülürsün
diye
gitmezdim

sen
gidersin

yine
gittin


çünkü
bu
sensin

söyleyensin
söylenensin
kimsemsin
her şeyimsin
benimsin
ama
değilsin

kiminsin
benim değilsin
benim
değilsen kimsenin
değilsin

kendinde misin?

çünkü
az önce evi
dolandım
bende değilsin!



(uyusam artık...)

6 Temmuz 2010 Salı

böyle mi olduk

sen
aşk dediğin
bu çıkmaz sokak için
bütün aşklarını
harcadın

sokaklar

şehirler

sabaha karşı çıkılan
yolculukların da dahil

vurup
keskin bir omzu
şakaklarıma
park ortalarında
kimsesiz
bırakmışlığın da
oldu beni

neden?

diyorsun
bunca
yalnızlığı
hak edecek
ne yaptım

şimdi

bir parkın
orta yerindesin
şakaklarına çarpacağın
bir omuz bile kalmamışken

sen
hala
yaslanacak
vücutların
derdindesin

meydan

bütün eklerini
ayırmak istiyorum
de
lerini
den
lerini
ne'den lerini
ayırmak istiyorum
bakalım
onlar
olmadan
kök halinle
ne kadar
kendinsin?


adsız a...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

kedinin uykusu

Çok kalabalık yazıyorsun dedi...

Anlaşılmak için değil, anlatmak için yazıyorsun çünkü.
Yazmak için yazıyorum dedim. Anlatmak hatiplerin, anlaşılmak peygamberlerin işiydi...
Sesi çatallaşmıştı, sakalları uzamış, saçları karışmış... Yüzü yorulmuş, parmak uçları bana dönmüştü, duvarda asılı duran resmi şiir gibi bilirdi, ezberinden okurdu bazı zamanlar... Kar yağınca susardık, şehirle hasımdık, insanlarla sırnaşık, evlere yabancıydık. İkinci kıştan sonrasını saymadık. Terk edişlerimizi saymadık, geri dönüşlerimizi, eşikleri, insanları saymadık... Ben yazmak için yazıyordum çünkü...

O resimleri ezberliyordu. Kışı sevmiyordum, kediler kayboluyorlardı, o kadar kedi nerede saklanıyordu? Anlamıyorduk. Susmak iyi bir fikir olabilirdi, konuşmakta... Yürümek, koşmak, bulmacalar... Hepsi anlaşılabilirdi... Bir tek yoksulluğu anlayamıyorduk, ne tuhaf bir şeydi mahrum olmak, yok olması...

Saymayı bıraktığımız kıştan iki bahar sonra kitaplarımı yaktım, ardından fotoğrafları, yaz boyu başka raflarda tozlandım... Kedi kış başında diğerleriyle beraber bizi terk etti... öyle sessiz sedasız da değil, sert bir biçimde gitti. Kör bir kedinin yıldızıydı artık Aralık... Bütün kış oturduk, hiç sobamız olmadı, yanmayan bir kalorifer yanan bir sobadan daha iyi değildi elbet ama sevmiyorduk yorulmayı...

Yılın soğuk yüzü hikayelerle geldi, dörtlüklerden fazlasını yazamadım. O cam kenarında oturdu, ben kapıya yakın... kedinin dönmesini bekledim. Bazı günler kar öyle uzun yağdı ki gökyüzü iki gün hiç kararmadı. Her yer buzla kaplandı, caddeler ıssızlaştı, insanlar uykuya daldı, hayat yavaşladıkça yavaşladı... şehir kış başında kör bir kedi tarafından yarı yolda bırakıldı...

Güldüğümüz zamanlarımız da oldu, ağır ağır soluduk, her yan is kokuyordu. Güzel filmler izleyesimiz vardı, filmleri eskiciye verip bir kaç çamaşır mandalı aldığımızı unutup saatlerce kaset aradık... bulamadık...

Çok kalabalık yürüyorsun dedi.

Varmak için değil, kalmak için yürüyorsun çünkü...
Yürümek için yürüyorum dedim... Varmak yolcuların, kalmak esnafların işiydi...
Ben canım istediği için yürüyordum... O geçen kış bırakmıştı adımlarını saymayı, okumayı unuttuk, yazmaya boş verdik, susmayı beğenmedik, konuşmayı beceremedik... Kör bir kediye sebep olmuştu kış, huzursuz etmişti... Bahar sağır bir kediyle geldi, inadına günlerce konuştuk...

Onu yanlış anlamıştım, kediye kızmıyordu, şehire ya da mevsime de kızmıyordu... Bütün öfkesi banaydı. Benim suskunluğum yüzünden gitmişti kedi, ben resimleri sevmiyorum diye... anlamıyorum diye... sıkıldığı için... İstemese de kızıyordu bana, düşünmeden edemiyordu...

Çocukluğum kedilerden uzak geçmişti, mesafeliydim, ya da endişeli ya da korkuyordum düpe düz... Fark etmez... Çocukluğum kedilerden uzak geçmişti... Sanki geçmişe inat kaçıyordu kediler evlerimden, sağırı kaçıyordu, körü kaçıyordu, yavru olanı ölüyordu... Hayat intikamını benden kedilerle alıyordu...

Gitsinlerdi... Özlemiyordum...Ben kapıyı gören koltukları seviyordum, bundan kediye neydi?
Yaz başında O da gitti... şehri terk etti... şehir yaz başında bir adam tarafından terk edilmişti...


m.s.d
beş kasım ikibindokuz /Ankara
(Baransel' e ve kediye yazılar...)

isim(siz)

...

adam ince bir yağmurun çift kişilik yalnızı şimdi. ormanlar aşıp ejderhalar öldürmekti oysa düşü..

bir kafesin içinde ışıksız, ısırgan otlarıyla konuştu, kendinden düşen bir uçurumun sessiz çocuğunu doğurdu tam yedi günde.

sakın gitme o uçuruma adam!

uçurumlar uçulası yerleri değildir yalnızlıkların. boğularak ölmüş bir balığın yuttuğu suyu akıt avuçlarından, kendini doğuran bir bebeğin göz yaşlarını çıkart kundağından ve arkanı dön, içinde boğulduğun rahmine... eğer hala bir uçurumsa içinde yaşam, sakın gitme o uçuruma!

kırlangıçlar bile terk etti şehrini, ortanca çiçekleri... sen hangi şehrin yetimisin?

adam gitme artık o uçuruma!

terk et sana ayrılan ne varsa ve gittiğin yerde yağmurların olsun en ıslağından!

sakın sevme o uçurumu adam!

boşluğun yazısız sözleşmesidir uçurumlar, inanmayan yüzlerin istikametleri... inanmaktan vazgeçme. kucağından düştüğün yaykın ağacına bak ve aldat sana inanan kim kaldıysa...

sakın o uçuruma aldanma adam!

aldanış yanılsamanın gönülsüz fahişesidir... dur ve dokun, tiksin kadınından en az kendinden tiksindiğin kadar! ama sakın tükürme o uçuruma adam!

dik dudaklarını, canını acıt nefsinin ya da kopart birini köpeklere yedir, öpüşme o boşlukla, sözün kendine kalsın!

sakın o uçurumla sevişme adam!

verilen sözler tutulmadı, hayat bozdu kendini. belki de kendini buldu hayat! al sözünü ondan bir yaykın ağacının kanadına bağla...

uyan adam!

bak yine kaçıyor günün tek bir mucizeye bile dahil olamadan... kalk ve kutsa kendini, vaizleri bekleme söylenecek her şeyi biliyorsun... hayat herkesin anlayabildiği kadar. izin verme, yut kendini adam sus hala vaktin varken...

3 Temmuz 2010 Cumartesi

kayıp ilanı

bir adamı yazmıştım, başka bir isimle. bulamıyorum şimdi. tekrar yazmaya da halim yok. kayboldu adam.

hükümsüzdür.

2 Temmuz 2010 Cuma

yastık

Çok erken kalkılmış bir sabaha pişman uyanıyorum, gece de çok güzel değilmiş zaten, uykusuz kalınca anlıyorum. kime verdiğimi unuttuğum sözlerimin tamamını bozdurup mevsimle pazarlığa oturduğumu sandığım günlerde balkon kaç kediyi feda ediyor bilemezsin suskunluklarına… akrabalar ve çocuklar susuyorlar, haberlerde kimseyi tanımıyorum, bırakıyorum yazmalarımı ve kalkmalarımı, içim yaz oluyor sesim güney, biz sus oluyoruz balkon kedi, yaz öylece geçip gidiyor…

İleti…

Yazmayı da susmayı da bırakmak geçiyor içimden, kimi döveceğimi bilemiyorum, çay ya da deniz inan fark etmiyor, bu şarkıyı kim yazdıysa ellerine sağlık deyip bir bardak daha içiyorum balkonda, sonrası karanlık, sokak söndürüyor ışıkları, korkudan ne yapacağımı şaşırıyorum… her sayfaya son diye başlıyorum, her deftere kendim diye, yazsam olmuyor sussam olmuyor, kimi içeceğimi şaşırıyorum, yaz öylece geçip gidiyor balkonun önünden…

...

kötü söylenmiş bir şarkı, hakkını alamamış bir gece gibiyim şehrin arkasında, neydi içimi bu kadar ezen, kime nasıl anlatamadım en fiyakalı hikayemi bilemiyorum… sözlerin içimden geçiyor, mevsim de şehir de beklemiyor beni, sen şehirler dolusu uzaklaşıyorsun, nerenden tutunacağımı bilemiyorum.. gittiğin yerlerde defter arasıyım, söylediğin gecelerde silik bir şeyler, sustuğun duraklarda ağız dolusu suskunluğum biraz da…neresinden bakarsan bak boş bir defterim, adı kendisinden güzel bir mevsim geçip gidiyor odanın önünden, görmüyorsun.. sokak, kedi ve ben dönüşünü bekliyoruz, yazdığımız kağıtlar elimizde, hepimiz günü hikayeliyoruz gelişine, döndüğünde hiç bir şeyi kaçırma diye….
kö-le-be

1 Temmuz 2010 Perşembe

kimin? nesi?

tarifsiz
uçuyorum
her an
bir yerlerine
çarpabilirim
çarparım
evet
yapabilirim
yaparım

kaza süsü veririm olanlara
olay mahaline
senin adını
bırakırım
kendiminkini
silerim
silmem de
seninkini
daha koyu
yazarım

duman
soluyoruz
seninle
duman!

bir işaretleşme
biçimi değildir
bu
kısma
gözlerini
boşuna

şehir
kavruluyor
bu kadar çıkmaz sokakla
yaşamak
kolay mı sanıyordun?

tabelalerını
sökmüşler
gidip kendi sokağında oynayasıymış
çocuklar

kendinden
peydahlanmışsın
kimsenin piçi olamazsın
demedim mi?

şimdi
nerene bağlarsan bağla
bu şiiri
umrumda değil

benim hiç im
onun gözü
annenin yaz ı olursun ancak sen
o da
keyfin yerindeyse


msd

besmele

Sakini(ni)m
her
hangi
bir
art niyetim
yok sana
karşı
belki
ellerim
karıncalanıyordur
ellerini
bulamadığımda

hırs(s)ızım
baktığın
her
anı
biriktiyorum
çalıyorum
saklıyorum
esirgiyorum
bağışlıyorum

doğurmuyorsun
doğurulmuyorsun
1 temmuz
ikibinon
günü
sen
beni
sıcağınla
deli
(rti)
yorsun



m
s
d

iskele - sancak

bir an gelecek
ben söylemeden bileceksin
kedilerin
aslında
ne demek istediklerini
o zaman seninle
bir kere daha içeceğiz
ne bulursak bu sefer
içtikçe ayılacağız
sonra
her sabaha
sarhoş uyanmaya başlayacağız
güneş doğumuzdan batacak
şaşırmayacağız bile
durup bakacağız
sen
münasebetsiz bir laf edeceksin
muhtemelen
ben
umursayacağım
muhtelif yerlerimden
kalemi ilk kapacak diye koştururken
kilime takılan sen olacaksın
ama
düşen
ben
gülen
ikimiz
olacağız
görürsün
bunların hepsi olacak
bunların hiç biri olmayacak
ve fark etmeyecek
ne sikim olduğu



nurun


http://nosmustamittovivoen.blogspot.com/