29 Eylül 2010 Çarşamba

üç

Söz

Bu yapraklar etrafta uçuşmaya başladı beridir gece yürümeleri azaldı sokağının, gün ile gece kaybolduğunda ışık doğru ya da gerçek için değil yalnızca bir şeyi anlatmak için orada olacak unutma bunu. Aldığın notların toplamı mezuniyetini aşmış, ikindi sınıfları gibisin, üşüsen olmaz, giyinsen olmaz, kış en çok sana düşman. Cümlelerini yuvarlama, kesik parmak uçların gibi ince ince sızlatan bir mutsuzluğun adını seninkinin harfleriyle yeniden yazmaya meyilliyim, sen bu yüzden; cümlelerini yuvarlama…

Soru

Gün biterken şehirde, bütün aydınlıkları içiveriyor evsizler sokak başlarında. Her sokağın adında senin bir harfin mutlaka vardır, gelecek olanlar gelmemiş, davetsiz kim varsa masa dolusu kalabalık. Böyle zamanlarda aynı cümleyi hatırlat dur kendine, hatırlat da unutma beni; kedi uykusunda rüyalar bitmez… bir ağıtla, zamane bir içerlemeyle terk ediyorsun şehri, bir mutsuzluktan başka bir mutsuzluğa göçüyorsun, el sallamıyorum gidişine, gününü ve saatini bilmiyorum, kimseyi sormuyorum sesine ama trenle göçüyorsun biliyorum. Bir türküyü anlatıyor akşamların yolsuz… fark eder mi? Çok canı yanmış birilerinin… yol daha uzayacak mı dersin?

Dilek

Öyle kendinden habersiz, ulu orta bir şaşkınlıkla el ele kalmışız şehirle. Neyi bekliyordun, kim hiç gelmedi? Sıradaki şarkı benim olsun, sonrakilerin hepsi yine senin. bedduanın virgüllerini atsam bir iyi niyet çıkarabilir miyiz ayrılığımızdan? Bütün diller aynı şeyi söylüyorduysa eğer bunca savaşa ne gerek vardı diye geçiyor mu içinden seninde? Boşluk yerlerine pamuk, mecburiyetlerime kahvehane tabureleri koyuyorum söylemediklerin ayakta kalmasınlar diye…


msd/ ankara
I' ve just seen a face....


sabah, çok güzel...

diye yazmışım sayfasına defterin. yıllar geçmiş.

28 Eylül 2010 Salı

rüya

Nar…

Bu bir bilmece, cevabını bilmediğimiz bütün sorular için. Üstüne gidilmiş sabahlar ve yazılmayı unutulmuş mektuplar için… çocuklar ve yorulmayan yağmurlar için. Bu bir cevap, sesini duymadığımız bütün kalabalıklar için…

Çarşıda bulup evde yitirdiğim hikayelerimi anlatmaya zamanım olmadı. Bu yüzden kedi diyorum sana, kedi… yüzü güzel kedi, sevdiğim kedi… dilini çözemiyorum çoğu zaman, duymak bile yetiyor bu yüzden.

Tek parça siyah bir elbiseyle açıyorsun kapıyı, camın kenarındayım ama hiçbir şey yok arkasında, görüntü bile denemez buna, sadece sen varsın. Anahtarlarını girişe bırakıyorsun, kalemlerimi sen mi aldın diyorsun. Nereden diyorum, susuyorsun. Çıkalım diyorsun, görülecek çok yer var… çıkıyoruz.
Kendimizden, evimizden, içimizden çıkıyoruz, bir cam aralığı kadar bile gidemiyoruz. Ellerini arıyorum ellerinin arasında… susuyorsun… yüzünde sevdiğim tek parça sen…
Yağmur yağmıyor, durmuyor yağmur, biz duruyoruz. O gece biz, evimizin bütün duvarlarına yağıyoruz, üstümüzde siyah elbiselerimiz, parça parça bütün huzursuzluklarımızı çıkartıyoruz…

Anahtarlarını çıkışa bırakıyorsun… artık, diyorsun, ihtiyacımız yok ne kilitlere ne de anahtarlara… tek parça siyah bir gülümsemeyle uzanıyorsun yanıma, öylece uyuyakalıyoruz…
Camın arkasında chat baker çalıyor;

Autumn leaves…


msd/ankara

27 Eylül 2010 Pazartesi

ihtilal

ya silsinler bu metni
duvarlardan
ya da
vurulacak bir kaç adam daha
göstersinler
ensesinden
öyle kaldırım boyunca
hareketsiz

çünkü biraz daha
sahipsiz kalırsa elimdeki
tabanca
bu şehrin bütün
elektrik direkleri
faili meçhul bir
cinayete konu olacak

ya çıkarsınlar
iskeletimi etimden
ya da bu yaz
hiç beklenmeyen
bir şeyler olacak

hızlı trenler
kolçaklı saat dişlileri
bu şehrin son ve en yaşlı heykeli
bir el hareketimle
yerle bir olacak
bir olduğu yerden
iki devrim çıkacak

gökten düşen elmaları
gözü dönmüş itler gibi
dişleyeceğiz

söksünler şu işe yaramaz
iskeletimi etimden
yoksa
bu gece bu şehirde
lüzumsuz bir isyan daha hunharca
bastırılacak
sokaklar karartılacak
çocuklar kovalanacak

ya söndürsünler
bu yangını
ya da
bu gece bu şehirde
kimsenin aklına gelmeyen
bir şey olacak


msd
ağustos 2010
ankara

23 Eylül 2010 Perşembe

göz

gözümün içerisinden akıp gitti
adına
bahar dediğiniz koskoca bir yağmur..
gözlerinde bir kedi yaşıyor senin
gözyaşı yerlerinden çekilmiş içine doğru
ağırdan bakıyor bana
ağırdan geziniyor vücudumda
umu
demiştim ya sana
umu-yorum işte
azıcık rakıdan
azıcık bu şehre değen sonbahardan
azıcık da
azlığından mustaribim...
gözlerinde bir kedi yaşıyor senin..


nurun...


http://nosmustamittovivoen.blogspot.com/




Bir şeyler yazılmalı
bir şeyler
bir yerlerden alınıp
olmaması gereken yerlere konulmalı
baharın sonunda
bütün şehir
kedileriyle anlaşmalı
öyle yazıları talan edilmiş
kışına bir tek
el bile değmemiş şehirleri
kim isterse o yürüsün
çünkü
gözlerinden
bir kedi bakıyor senin


msd/gemlik ikibinon

19 Eylül 2010 Pazar

istanbul a giden yoldayım, her şey bıraktığım gibi...

17 Eylül 2010 Cuma

bitebilen şehir

yanıyorsun

zorla söyletilmiş bir şeyler donup kalmış yüzünde. orada, çenenin tam altında, sadece güneşin o saatlerinde ortaya çıkan, kızıllaşan ve kaybolan, eksikliğini de bütünlüğün gibi karışıklaştıran, unutturan, unutulan, ömrünün alfabesini bir anahtarlıkla deniz diplerine attıran, saklatan bir umursamazlıkla bir yaz’ dan daha çekilip gidiyorsun.

bana şehirleri anlat demiştin. kimsenin kurduğu, kimsenin yaşadığı, sokakları ve ağaçlarıyla kalabalığı ıslak şehirleri okuduğun romanlar gibi anlatabilir miyim sana?
kimi istiyorsun? o caddeler, o merdiven aralıkları, sevdiğin ressamlar ki hiç anlamamıştık; zaten olan bir şeyin neden çizilmek istendiğini, belki de çizilen istiyordu gerçekten, sevilenin hep sevilmesi gibi .

bu şehir, bitebilen bir coğrafyadır artık gözümde, öğrenciliğin ve çocukluğun ışıltısı yaz ve sonbahar bıkkınlığına bırakmışsa kendini, bütün kedileri sokaklara düşmüş ve bütün çocuklar başka babalara sarılacak demektir bundan böyle.

dipsiz yazıları saatlerce boş gözlerle okumanı seyrettiğim bütün gecelerim, şimdi ömrümden çalınmış, ziyan edilmiş, haksızlıklarımdır gözümde.

yazdıklarımı unut
çünkü
bu şehir
biten bir coğrafyadır
artık gözümde
kim
ömrünü feda etmeye
hazırsa
bu tedirginliğe
yaz
kendini ucuza satmış demektir
uğursuz bir eskiciye!

msd/eylül ikibinon ankara

14 Eylül 2010 Salı

di' li geçmemiş zaman...

odamın içinde nefes dolusu kırgınlık, hiç bir suskunluk ses vermiyor sesime… dönüp duran bir film beynimin içinde, her kareyi fotoğraflıyorum, fonda yitik bir ses; exit music (for me)...


yüzümün ortasında derin bir hiçlik çizgisi, hiç bir yaşanmışlık ilham veremiyor yeni bir başlangıç planına. durabildiğim kadar yağıyorum evimin duvarlarına... çok eskiden izlediğim bir film geçip gidiyor zihnimden, silemediğim her şeyi vuruyor yüzüme; yamacımda uğuldayan boşluklar... herkesin bir gün öğreneceği şeyi ben de öğreniyorum… ’everybody’ s gotto learn sometimes’…

masanın üzerinde sesi kesilmiş bir yapmacıklık, yazılmış her şeye yabancı bir ben varım.. sonucum kesinleşmemiş, bir tek tuhaf bir acı var parmak uçlarımda, yanıma alabileceğim hiç bir şeyim kalmamış, sesimi istiyorlar, küfrediyorum... kapıda ıslık gibi kesici bir yalnızlık, sayfalarını yalayarak yapıştırıyorum duvarlarıma; ...Son Kuşlar...



kalabalığın içinde üzgün bir çocuk yüzü, aklından geçenleri anlamak imkansız, yağmur ya da cinayet, fark etmiyor! her an her şeyi yapabilecek cesareti var, korkusu ciddiye alınmamak kanun tarafından bile.. Avucunun içinde kemik bir misket, 'bu sana ders olsun!' diye kazımış üstüne.. sokağın karşısındaki seyyarın tablasında eski bir film afişi; Turist Ömer Uzay Yolunda...



korkunun ecele faydasının olmadığını görmek için çok küçük yaşı, bir kalabalığın bir ölümle adlandırılmasının anlamsızlığını anlamak içinse büyük... yaşayabileceklerinin toplamı yaşadıklarının yanında eksik kalıyor, kitap bitiyor, söz susmak üzere, altını çizecek tek bir cümlesinin bile olmadığını gördüğünde, gökyüzü bir bulutu boğazlıyor... yüzüne bir damla damlıyor; seni ben ellerin olsun diye mi sevdim...




fısıltıyla söylediği her şey arsız bir kalabalığa dönüşüyor gün doğumlarında. kendi sesine küs, yüzünü bir duvar resmi gibi binlerce parçaya bölüyor... içim diyor, parçalanacak kadar bile iç değil artık.. galibi baştan belli bir rulete oturmak su serpmiyor gözlerine, duruyor ve son kez evine bakıyor, kapıyı çekerken aynı şarkı dolaşıyor duvarları; ...henüz onlar bunları bilmiyor...


zor olan yaşanmış olanları unutmak, hiç yaşanmamış olanların sadece ıskalananlar olduğunu biliyor, her gün aynı yükle yürüdüğü yolun sonuçsuz bir varsayıma dönüşmesini izliyor, yürümekle görmek aynı şey değilmiş, anlıyor.. farkında olunmaksa muamma. bütün sessizliğini sırtlayıp yeni bir rota çiziyor evine giden, paralel sokakta hep aynı ses; supergirls don t cry..



susuyor, kimse aldırmıyor.. susmak hiç bir şey anlatmıyor.. aynadaki kağıtta iki mısra;

'hangi sokak,hangi meydan buluşturur bizi
hangi yalan,hangi yasak karşılar bizi'...



di'li geç(me)miş zaman üzerine...

masanın üzerinde duran bardağa yüzü yarım yamalak yansıyordu. yansımadaki yüzü tanımadığına emindi.. bir yalana bir çok intihar mektubu yazılabileceğini görmüştü çünkü. yaşadığı her şeyin yalan olma ihtimalini gözden geçiriyordu, gözleri kanlandı.. emindi bu yüzü tanımıyordu, hiç bir ses, hiç bir koku, hiç bir şey ifade etmiyordu, kabul etti, yalnızdı. gecenin son şarkısı çaldığında sarhoş olduğuna emin oldu; benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım...



bu ben miyim diye sordu, sonra güldü kendine bunca soru arasından bunu mu seçebildim diye. her soru bir cevapsızlığı, her bilinmeyen bir intiharı, her mektup bir inzivayı getiriyordu beraberinde.. bütün sorulara tek bir cevap buldu, bütün cevaplara tek bir yüz, bütün yüzlere tek bir ifade kondurdu. paramparça edilmiş bir fotoğrafın pişmanlığıydı evini dolduran; anıların ne suçu vardı? pencereyi kapattı, çocuksuz arka bahçeye baktı uzun uzun, kedinin ıslığında yine o şarkı; Sana Dair...



bütün duaların tek bir gökyüzüne yansıdığına inanmak için uyandı, hayatım diyordu, pekte yıpranmış görünmüyor aynadan baktığımda. sesi, elleri, koridordaki fotoğraflar, aynı iç güdüyle fondip yapılmış bir birlikteliğin sessiz şahitleriydiler şimdi. kalbindeki bu boşluk hissi, bu her sabahı yağmur kokusuna boğan sessizlik, akıl almaz bir saçmalık sürüyordu dışlanmışlığına, eli çekmecedeki nota uzandı çaresiz; ben olunca yanında, sen olunca yanımda, biz olunca yan yana...



doğru sorulara yanlış cevaplar verdiğini biliyordu, sesler silikleştikçe kendi cevaplarının anlamlarını yitirmeye mahkum olduklarını da... bu hale nasıl geldiklerini anlamaya çalışıyordu. ilk bakıştıklarında içini göğsünden söken kadının yalnızca eski bir şarkısı oluvermesine inanamıyordu.. cevaplar tükeniyordu, oksijen de.. aklı bir hikayenin yitişine zaman diyordu, kalbi yangın... yanında oturup 'ben sıradan 'biriyim' diyebilen adamı özlüyordu, hiç bir yüz, hiç bir hikayeye onun yüzü kadar yakışmıyordu. radyoda yine o şarkı; Bu yağmur seni benden alıp götüren yağmur...



duvarda asılı duran resme baktı uzun uzun.. gördüklerine bir anlam, yaşadıklarına bir isim, duyduklarına bir sebep bulmaya çalıştı. olan bitene bir dip not düşürmeye mecburdu, sustu.. elinde olanları saydı, yokluk bir değer değildi, sustu... kendi hikayesinde kadro dışı kalmıştı, yalnızdı.. olmasını dilediklerinin çok uzağındaydı, resimdeki yüze daldı, kulaklarında bir şarkı, yalnız çok rakı zamanlarında dinlenilen; bir zamanlar benim sevgilimdin...



koltuğunda otururken ve biterken bir hikaye;...


şiir ya da resmi uyarı, fark eden bir şey yok inan.. bütün sokaklarında adını andığım, yüzünü bu hikayesinin her karesine yerleştirdiğim, adınla başlayıp, ellerinle nefes aldığım, gecelerini, çocuklarını, seslerini seninle sevdiğim bu günce şimdi sen olmadan hiç bir şey ifade etmiyor. hiç bir yaşamak duygusu yanında olmanın hissini tattırmıyor. günlerimi geriye doğru sayarken, yağmur yine aynı, şarkılar da... dudaklarımın arasında kırgın ve pişman bir şiir;



**...gitti... gülüşleri gülüyorum yine, gülüşleri, sanki benimmiş gibi!
belki bir dağ çarpılmışlığıydı bizimkisi
savurdum sevinçleri!
and olsun dedim ve aşk olsun, yoksun..
yoksun!
bu takvimler, belki bir gün
sana yeniden rastlamak için
seni bulsam 'beni bağışla' diyecektim
kıymetini bilemedim!
hüznümün oğludur bu kentte anılar
seni... seni çok özledim...

**(yılmaz odabaşı)

m.s.d/ankara

geçmek

kapatılmamış bir hesap duruyor şimdi masamın üzerinde, yaz öylece geçip gidecek gözlerimin önünden biliyorum… aklı başında bir sessizlik, yarım bırakılamamış bir ağlamak dolacak odamın içine, halının üzeri kendisinden bıkacak, şarkılar, sözler, kitaplar toplanmadan bırakılacak, mevsim bu sefer kendisi olamayacak…

duydum…
önü arkası karanlık bir sıkılmakmış artık yaşadığımız, beklemek bile istemiyormuşuz kendimizi, bırakmışız, bahar böylece geçip gitmiş gözlerimizin önünden…
Söylenememiş bir gece duruyor evin girişinde, ağlamak bu kapıyı açamayacak biliyorum. yaşı eksik cümleler kırılacak ellerimde, sokaklar ve insanlar öylece yitip gidecek yazdıklarımın önünden… sen aynı yerden söyleneceksin, aynı göğün altında sebepsiz kalacağız hiç yoktan, zaman öylece batıp geçecek gözlerimizin içinden…

Kediler sokakları terk edecek, insanlar üşüşecek meydanlarımıza, sessiz olmak kaybedecek yankısını, sözler ve kelimeler birikecek, söylediklerimizi sadece çocuklar bilecek, yaşadıklarımıza zaman denecek… şehirler boyu yazacağım sana, yüzün yine senin olmayacak…

Sözler öylece uçup gidecek sokağın başından…
m.s.d

13 Eylül 2010 Pazartesi

deney

içimden bir ses 'girme bu kapıdan diyor. Uzun zamandır görmediğim, bilerek ve isteyerek uzaklaştığım kaç kişi içerdedir şimdi? yine de giriyorum o kapıdan. herkes burada. bıraktığım, ayrıldığım, kavga ettiğim, şiirlerine, yazılarına, resimlerine, plastiklerine, suratlarına, ellerine, akıllarına, hayatlarına sövüp gittiğim gibiler. ben de eskisi gibiyim sadece artık o kadar sinirli değilim. dünyanın yükü, alemin derdi banaymış gibi hissetmiyorum.

kardeşim gitmiş, şehirde kalmışım, kıyafetler toplanmış, boşalan bir elbise dolabından daha hüzünlü olan bir şey varsa o da boşalan bir makyaj konsoludur.

fark etmez, şehir anlamaz, duvardaki resimler, uçuşan perdeler, eşyanın dili olmaz. ben konuşurum onları.

bu yazı bir yere gitmeyecek.
giden mutlu mu şimdi? çünkü bu yazı bir yere gitmeyecek.


deneysel sanat deyip duruyordu, dayanamadım, tutamadım çenemi yine. Yaptığı şeyin olmadığını eminim kendisi de biliyordu. Yeteneksizliğine kılıf, bahane, örtü arıyordu, becerilemeyen her şeye ‘deneysel’ deniyordu.

Sanatın deneyseli olmaz çünkü sanat adına yapılan her türlü faaliyet zaten deneyseldir, yaratmaya ve denemeye, fark yaratmaya yönelik olan, sanattır.

İçkiyi masada bırakıp gidiyorum. Sarhoşum, sinirliyim, sanattan bana ne, yapmışsın ama olmamış işte, neyse ne!


msd

8 Eylül 2010 Çarşamba

prison song = tatar ramazan



hayatı boyunca hafif hikayeleri çalmış olmanın rahatlığıyla mahallenin yokuşunu iniyordu,saçı sakalı karışıksa da aklı dümdüz bir gökyüzünü özendiriyordu çizgilerine.

ben içimdeki feodal arsızı eve kilitleyip arkandan usulca yürüyordum... sokaklar, kalorifer petekleri, balkonlarına iliştirilmiş çiçekler... herşey biraz daha kararıyordu gözümde...

yaşlanmak için genciz, uzun eşşek içinse yaşlı... anlıyor musun çelişkiyi?

bunları düşün, düşün de ara beni...

sonra o şarkıyı birdaha çal gene çal graham emmimin oğlu...


msd

7 Eylül 2010 Salı

keyfe keder çıkmazı

başkasında kalmayı oldum olası sevmedim, genelde uzun oturdum barlarda, evlerde ama hep eve döndüm bir kaç istisna gün dışında...

kendinden başka kaybedecek bir şeyin yoktu, onu da kaybettin sonunda, yat uyu elimden bi kaza çıkacak yoksa dedi...

iki kişiyle kavga etmek için çok sarhoştum... hem de aynı iki kişiyle!

eve gidicem ben dedim, bu halde gidemezsin yat biraz sabah gidersin dedi.
gideceğim diye ısrar ettim, yılların pratiği işte, biliyordu tabi huyumu, taksi çağırayım o zaman dedi. taksiyi boşver yürücem dedim...

çıktım...

bülten den kuğulu ya kadar kaldırımı sabitleyerek yürüdüm, düşündüğümü hatırlamıyorum, saat sabahın bilmem kaçı, bir sokak köpekleri bir ben, ismail bile toplamış tası tarağı yol almış... geç olmuş dedim... elimi cebime attım, sigara paketi orda... oh ne güzel...

kuğulu da banklar boş, hava yumuşamış, sabah ayazıyla gece sıcaklığı arasında bir yarım saat vardır, onu denk getirmenin sevinciyle iç cebimdeki viski şişesine davrandım, içmek biraz zamanımı alacağa benziyordu...

öylece oturdum parkın tenhasında.

kuğulu dan sıkılmışlığım ilk değildir, ama gitmeden de edemem. yürüyerek arjantin e oradan da dümdüz eve giden yol... yarısında pusulam şaştı, saat sabah 5 sularında kendimi seğmenler de buldum yine...

ıslak çimenlere uzanıp evcil canavarlarını gezdiren abilere ablalara baktım, Ankara nın ortasında çiğ düşmüş çimenlere sızan bir adam hiç mi ilgisini çekmez insanın , hayretler içinde bir sigara yaktım...

aklımdan geçenleri yazmak için geç kaldığımı biliyordum, zamanında konuşmak konusunda zaten hiç iddiam olmamıştı...

kendinden başka kaybedecek bir şeyin kalmamıştı!

ne demek şimdi bu dedim...

her şeyi berbat ettin bu kadar ağdalı söylenir mi sarhoş bi adama diye geçirdim içimden.

selçuk!!
selçuk!!

derinden birisi adımı çağırıyordu, uyumadığıma eminim, ama gözlerim kapanmış...
ne işin var burada dedi...
nerede olduğumu anlamam zamanımı aldı, boş boş baktığımı şimdi tahmin ediyorum...
kötü görünüyorsun dedi.
uyku tutmadı dedim, belli diye gülümsedi...

bekle burada geliyorum birazdan...

bekledim. zaten başka bir şey yapacak durumda değildim. biraz sonra elinde kahveyle geldi . vay be dedim içimden amerikan filmi ayağıma geldi, bir de aşk başlarmış sabahın köründe iyi mi?

özgüven sapkınlığı böyle bir şey sanırım; sen sabaha kadar serseri gibi iç, barda millete saldır, evin yolunu bulamadan parkta sız, ağzın dilin kupkuru yayıl çimenin üstüne üstüne, film tadında olasılık gelip seni bulsun o kadar aberkrombi aşofmanlı, golden köpekli yakışıklı adamın arasında! pes! içimdeki Sadri Alışık ''bırak dağınık kalsın anadın mı'' diye fısıldıyordu...

noldu dün gece anlat bakalım dedi. Sesinde kendisinden etkilenildiğini bilen ama ‘arkadaş kalalım bebeğim’i hissettiren o liseli kız tonlaması vardı... ondan hoşlanmıyordum, yani özel bir şey hissetmiyordum ama bu halde yakalanmak isteyeceğim kadınlardan da değildi.

hadi ama anlat bakalım...

kahveden bir yudum aldım, starbucks amerikanosu... film bebeğim bu dedim içimden, hem de başrol sayılırsın, ne bileyim rolümün daha ben uyanmadan çalındığını! samimi değildik, arkadaşta sayılmazdık... nerden başlasam diye düşündüm, başlamamak saçma olabilirdi elimde kırk yıllık hatır senediyle, nemli çimenlerin üstünde, kıçımdaki ıslaklıkla derin bir nefes aldım...

uzun hikaye dedim...

uzun olduğu belli seni dün akşam 7 gibi bara girerken gördüm hala dışardasın diyerek gülümsedi. normal şartlarda o gülümsemeden çok etkilenmesi gereken ben devrik başrol oyuncusu hikayeyi neresinden tutup güne uygun hale getirsem diye elimi cebime atıp bir sigara çıkardım.

iki seçenek vardı ya gerçeği hatırladığım kadarıyla anlatıp elimdeki kahveyle kıçımın ıslağı kurumadan eve gidecektim ya da kurgusu doğaçlama başlayan bu sabahı hafif traşlı bir hikayeyle ölümsüzleştirecektim ama gece olanlar neresinden tutsam elimde kalıyordu.

kız meselesi mi dedi?

kız meselesi dedim içimden... bir kızdan bu lafı sanırım ilk defa duyuyordum, bana hep erkek lugatı gibi gelmiş, şaşırdım...

biraz dedim...

nasıl biraz?

yani başlangıcında bir kız vardı ama sanırım artık yok dedim...

anlıyorum dedi...

gerçekten anlamış olması olasılığından tedirgin oldum, bir gecede değişmiş, barbarlığı ve hanzoluğu yüzüne yer etmiş bir adam olmuş olabilir miydim gerçekten?

kavga ettiniz, sen de sabaha kadar içip burada sızdın...

derin bir oh çektim. benim yüzüme yapıştığını sandığım şey aslında benim olmayan, sevgili ardından derbeder olan delikanlı sıfatıymış meğer...

öyle dedim...

boşver desem de boş biliyorum dedi... insan acısını yaşamalı...

eyvah dedim, eski sevgilisinden başlayıp aslında en yakın dostunun köpeği olduğunu anladığı o tuhaf güne kadar gider bu hikaye...

öyle de oldu... rolüm çalınmıştı hem de gözümün önünden ve gözlerimin içine bakıla bakıla... zaten sevgilisinin eski sevgilisine saldıran adamın hikayesi ancak bir orta boy amerikano edecekti, ben ne sanmıştım ki?

bütün hikayeyi dinlemeye hazırlıklı değildim ama kaçacak hiç bir boşluk bırakmamıştı bana...

arkadaşım yanılmıştı...

kaybedecek bir şeyim daha vardı, hikayem...
ve onu da kaybediyordum işte...

gece boyu rezilliğimin doruklarında dolanırken sabah başka bir hikayenin dinleyici katılımcısı olmuştum...

başım zonkluyordu...

kahvesini elinden alıp kapağını açtım, içine biraz viski koydum. kahvemi çimenlerin üstüne bırakıp içkiden bir yudum aldım ve dinlemediğim hikayeye ortasından dalarak n' olmuş yani dedim?

adam pekte haksız sayılmaz bence...

adam mı?

değil mi?

sen hiç ece adında adam duydun mu dedi özverisine tecavüz edilmiş sevgili gibi!

içimdeki mirkelam ''ne kadar ayıp, naaptın asuman'' diye bağırıyordu

sen hiç ece ayhan ı duydun mu deyip az önce aldığı mataramı kaptım elinden...

arkama bile bakmadan elimdeki kahveyle kıçımın ıslağı kurumadan evime giden yolda yürümeye başladım....


msd

seni bulacam!

http://kehkehkehdiyegulenadam.blogspot.com/


bence tekrar bakın, beni izleyen herkes, bu adamı izleyin, okuyun, okutturun!!!

severmiş

evde yalnız
martı boşlukları
okuduğum bütün dualar
gökyüzünde
yarım
sonsuzlukta asılı bir kaç ayıp
dolaşıyor odaları
böyle yağmurlu günlerde
ben
boş bir sokağın
bütün kapı zillerine
kendi adımın
baş harflerini yazarım…


msd
eylül 2010 ankara

hiç

bir gün gelecek
biz artık
ne erguvanlardan
ne de ormanlardan
bahsedeceğiz
içimizi burkan
ne kadar
hikayemiz
varsa
hiç
geçemediğimiz
sularımıza
dökeceğiz



msd/ankara

4 Eylül 2010 Cumartesi

devam

Yoksulluk

Bu gece tanrıdan bahsetme bana, kimsenin gıyabında konuşmayalım, günah diyorlar. Pencereler kapalı, yazı kışa sürmüş şehir, kimsesiz su birikintilerinde aramaya devam mı etmeliydim cebimden düşürdüğüm seslerimi? Yazdığım mektupları kendime yolluyorum, akılsız ve soluksuz geçip gidiyor günler. Caddeler ve insanlar bizi özlüyorlar mı gerçekten, bu şehir o sevdiğimiz adamların şehri mi hala? Meyhanelerinde ağladığımız kaç gecemiz varsa vazgeçtim. Şehri ıhlamurlar yüzünden terk ediyorum…

Sefer

Bir gece daha kalalım, belki söyleyecek bir şeyleri kalmıştır ağustosun… bildiğimiz şarkıları mırıldanalım, kediler ve parklar geçsin kitaplarımızın sayfalarından, hiçbir kimse benim kadar yazmamıştır parkları, hiçbir kimse bu kadar saymamıştır yollarını bu şehrin, öyleyse tek bir gece daha kalalım, mutlaka gösterecek bir şeyi daha kalmıştır ağustosun… sokağı bir anlaşmazlık yüzünden terk ediyorum…

Tarife

Yaklaş, konuşmak istemediğim şeyler var seninle… yaklaş ki aklım karışsın, konuşamayayım… eskiciler ve başka ülke pulları… zarflar burada da mektuplarımı ne yapmışsın? Yaklaş ki sormayayım. Bir hesaplaşma, bir iç kırgınlığıdır gözümden savrulan, kendi elimi daldırıp kaburgamdan içeri bahsettiğin tanrının seni yaptığı parçayı söküp atıyorum ben den. Şimdi başka bir tutsaklık bulmalısın savurganlığına… seni bir özür yüzünden terk ediyorum…

Yol

Uyandığımı varsayarak koyu bir kahve söylüyorum kendime, kediler ve ölüler bilmediğim bir oyuna tutuşuyorlar tekkemin bahçesinde. Şeyhim adi bir suçluymuş meğer, ne kuralı kalmış bu mezhebin ne elle tutulur bir öğüdü. tanrını bir güvensizlik yüzünden terk ediyorum…

Tabla

Beni bul… bıraktığım mektupları seyyarcı çocuklara ver, sakız falları gibi sarsınlar simitlerini, şehrin bütün çöp kutularına dağılayım gece olduğunda. Kendimi bir mektup yüzünden terk ediyorum…

msd

3 Eylül 2010 Cuma

kimin tarafındasın?

bunca şeyden sonra,bütün o olanlar ve yaşananlardan sonra o nun üzgünlüğüne üzgünüm dedim...

özgüvenine hayranım ama
muhtemelen senden daha iyisini bulacak,hem de her açıdan dedi...

sonra bir yudum daha aldı içkisinden,konuşmadık.

film karesi gibiydik,ben başrol değildim.

msd

tek yön

soğuk…

Mevsimle alakası kalmamış günün. yazmak susmaktan farklı değil gibi geliyor böyle zamanlarda.. tutarsızlığını hissettiğim bütün yol ayrımlarını seslere bölüyorum. Uygunsuz bir hikayenin ortasındayım, kahve ile şehir arasında bir yerlerde… Yaz başında sesi tutulmuş meydanlar geziyorum, insanlar meydansız kalıyorlar kendisi olamayan şehirlerde… Birileri sürekli sorular soruyor, susmakla yürümek arasında sıkışıp kalıyorum, yüzümdeki karışıklık hiç bir bilmeceye cevap olamıyor böyle günlerde… Kendimi bir anlaşmazlık yüzünden terk ediyorum…

yol…

İki şeyi düşünüyorum. bütün şey leri iki şey le türetiyorum sonra… olduğum şey olacağımı sandığım şey i sobeliyor, yol(cu)luklarım ben i bulandırıyor böyle zamanlarda… Aklımı bir taşıta yüklüyorum tedirgin bir cisimleştirme çabasıyla , kimi en çok seviyorsam onun yanında kalıyor sıcaklığım, aklımı resmedecek bir tual bulamıyorum… Uzakları ve yakınları anlatıyorum çocuklara, şarkıları ve tarih yazıcıları, yollar uzun sürüyor, gitmeyi kalmaktan çıkardığımda geriye bütün bir hikaye kalmıyor… kendimi sabırsızlığım yüzünden terk ediyorum…

kitap

çantalar dolusu kitap boşaltıyorum denize rüyalarımda, bir doldurma yol, bir nefes aralığı yaratabilmek için, asma katlar çıkıyorum tedirgin uyku(suz)luklarıma, benim olmayan nöbet ler geçiyorum yaz tutulmalarında… Tuttuğum şarkıları kimseler ezbere bilmiyor. Yüzüm diyorum, ellerim acıyor, bağırmakla boğuşmak arasında kararsız kalıyorum, kedi ikinci intiharına hazırlanıyor… Geç alınmış bir haber sonrasına ilikliyorum mevsimi, içim yaz oluyor saçlarım alkol ağırlığı… kendimi kalabalığım yüzünden terk ediyorum…

masal

saat gecenin geç i… anahtarlarımı çıkarmaya üşenip arsızlığımla açıyorum kapıyı… tanıdık bir ses, ufacık bir ipucu arıyorum salonda, cinayetime sebep bulamıyorum eski bir film afişinden başka, öylece çöküveriyorum kanepeye, kedi bir bardak rakı daha getiriyor… bu sefer diyor yalnız benim için iç, sonra çöküveriyor çocukluğumun üzerine… uyumaya yakın annemi anımsıyorum… hep son haliyle geliyor gözümün önüne, bulanık, tanıdık, gözlerimi siliyorum, susuyor, aynı yeşillikte uzatıyorum yüzümü dizlerine… yaşlanmakla yıpranmak arasında şaşırıyorum… anlattığı masalları düşünüyorum, geceleri uyanıp nefesini dinlemelerimi, sahipsizliğimi kabullenmelerimi soruyorum, gözlerimi silecek bir bahanem kalmıyor… annemi düşkünlüğüm yüzünden terk ediyorum…

kedi

arsız bir varolma alışkanlığıyım, tek hecelik isimler türetiyorum gece yarılarıma… gecelerimi sevmiyorlar, başka adamları arıyorlar telefonlarıma, susuyorum. içtiğim ilk sigarayı arıyorum, telesekreter çıkıyor, doğumumdan kalan lekeleri soruyorum arkadaşlara ’yüzün’ diyorlar, doğduğun gün yanındaydı… susuyorum… kedi bir bardak rakı daha getiriyor… kediyi bir suskunluk yüzünden terk ediyorum…


msd/ankara

1 Eylül 2010 Çarşamba

...

kızılkahve bir esinti var sanki
eylül sen mi geldin?

nurun

http://nosmustamittovivoen.blogspot.com/

böyle yazmak güzeldir...