30 Haziran 2010 Çarşamba

soru(m)suzum, evet

çok geç
içimize bulaşmış bu arsızlık
kime dokunsan
bir parçası elinde kalacak
kimi sorsan
şiddete maruz kalacaksın

öldürmeye kastettim
olacaklardan soru(m)suzum
pişmalık mı
adını ben mi koydum da
koynumda uyutayım seni!

seviyorsun
kadınları
rakı içip
gözlerine
bakarmış gibi yapıyorlar
hiç bir yere
dalıyor
o
kadınlar
kırmızıyı ne çok
seviyorlar

kadınlar
beyaz giyi(ni)yorlar
rakı içiyorlar
küfür eder gibi seviyorlar
dirsekleriyle sevişiyorlar
o
kadınlar
sıcağını
soğuğunu
değil
dur diyeceğin
yeri
merak
ediyorlar


*dürtme
içimdeki
narı
üstümde
beyaz
gömlek
var!*

-işte
böyle kadınlar
onlar
adamı
üstleriyle
başlarıyla
sindiriyorlar...


m.s.d


*birhan keskin den alınmıştır.

29 Haziran 2010 Salı

http://nosmustamittovivoen.blogspot.com/

kağıt mı kalem mi

uzun bir gökyüzü çizgisini okuyorum,
zamana ya da harflere ihtiyacım yok bu seyirde. kim daha çok susarsa o anlatacak en güzel hikayesini boşuna telaşlanma. savaşmayı ve kazanmayı eski evimde unutmuşum, yol hiç bir yere bağlamıyor geceyi.

durgun bir günü pinekliyorum,
harflere ya da yollara ihtiyacı yok bu gecenin. bütün yapraklar yeşil, aydınlık bir yaz sabahını içiyoruz. kışlıklarımı kaldırdığım valizleri bulamıyorum, yazın soğur musun diye sorma, ya ya soğursak?

zaman bir gün aldanması, yerle gök sessiz birer komşu kapısı, uzarken ömür. yalnız küfürler ediliyordur belki bir yerlerde, akıl kendinden bir bilinmeyeni geçiyordur, kimin daha çok söylendiği konuşuluyordur masalarında çocukluğumuzun. özlenmekle öldürülmek arasında uyanıyorsundur kim bilir?.

mektupların adresini unutmuş, yazılmadığından değil yani bu yaz yalnızlığın, yaşlı bir işportacıya satılıyorlarmış tezgah altından, öyle duydum, eski sevgilin söyledi...

yüzlerimiz bizim değil, ellerimiz de, bütün kalemlerimi götürmüşsün giderken, sözler bende kalmış, sen çocuk olmuşsun ben sokak, sen hep pencerenin dışında kalacaksan nasıl dalayım öğlen uykularına?


bazen çok susup bazen çok yürümüşsün, geçmişle gelecek arasında yorulmuş gecelerin...

ayaklarındaki izleri izliyorum eve gelmelerinde,
ayakların yolu biliyorlar diye huzurlu uyuyorum.

yaz kokuyorsun yaz!
kağıtla kalemle anlatamıyorum...

?

üç kelime
yerli

28 Haziran 2010 Pazartesi

ya yoksa

arasam gelirdi
aramadım
arasa giderdim çünkü
aramadı
yine en başta söyledi
en sonda söyleyeceklerini

aldırmadı

gündüz
çok yağmur yağdı

ne saçma
yağmuru
çok’ la az’ la anlatmak
daha güzelini hak etmiyor mu
yağmur yoksa?

evet
ya
yağmur
yoksa?

arasam
gelirdi
aramadım

gündüz
çok yağmur yağdı

aramadım
yağmasa arardım çünkü
yağmasa
gelirdi
gelmedi

gündüz
çok
yağmur
yağdı

ışıklar açık kalsın

bütün gece sona varmak için çırpınıp durdum, asla benim olamayacak bir hayalin peşinde, peşin ödenmiş bir ayrılık diyetini azarladım sabah olurken...
sen aslında bir suskunluksun, aklı karışık bir kedi çıkmazısın şehrin karanlığında... yitirilmiş bir bekleme durgunluğu, yeni yeşermiş bir yaşamak umudusun kar yağarken hiç yürümediğin sokaklarıma...
bana beni anlat bu gece, ben anlatamıyorum sesime kendimi... mutluluğa hazırlıksız yakalanmak gibi yapışsın avuçların yüzüme, bana yüzümü anlat bu gece, ya gel ya git n’olur ya da gitme ama aralarda bırakma beni.... korktuğumuz geceler ışıklar açık kalsın, bilmediğimiz şarkıları dinleyelim sabaha kadar, sen ben ol, ben mıster spak, beni bu gece geceye bırakma nolur...
rengi kendinden geçmiş, aslı zaten kayıp bir hikayeyi anlat bana, imla hatalarına aldırmayalım bu gece daha fazla...
bir, iki, üç... saymalarımı anlat bana... yapamadıklarımı söyleme bu gece... sana verdiklerimi çıkartıver çantandan, tedirgin durma, daha fazla yaralama beni gitmelerinle, zaten sustuğumdan daha fazlasını anlatamıyorum sana... duruyorum ve uyanıyorum, yağmurlar uzak, mevsim izin vermiyor bir doğa olayının anlatım bozukluğuma sebep olmasına... beni benimle seyrelt bu gece, olmak istemediklerimle öldürüp, sakladıklarımla sobele içindeki kadınlıkta... beni sıyırıp at bu gece teninden, bütün hikayelerinde kötü adam yap gün ışırken... sevdiğin o şarkıdaki gibi sev beni bu gece... akıcı bir suskunlukta boğ ya da sadece çocuk de...
aklı karışmış bir hatıra defteri, tarih bilinci zayıflamış bir ilk gençlik nöbetidir sana anlattıklarım... adını senin koyduğun, yıllardır yüzüne bakılmamış ağacımızın cinsi neydi onu söyle bana... bana bu gece beni sevmelerini anlat yoksa gideceğim... unutturacağım kendimi kendime bile... beni benimle yamala bu gece... yazdığım son şey ol, bu geceye düşülmüş son tarih, aklıma kazınmış son pişmanlık ol ışıklar loşlaştırılırken gidelim evlerimize artık diye... yanında olmanın ayrıcalığını unuttur bana, sevmelerimin sadece benden çalındığını söyle, sana verilecek son sözün arsız telaşını yaşat bana.... beni eksilt, bana beni ver bu gece... sadece beni... sana verdiğim beni...
ne çok ne de az, kararında bir eksiklik ver bana, istediklerime aldırmadan, ihtiyacım olan kadarına terket beni, yüzümün kanamasına aldırmadan bırak beni, gittiğin yerde mutsuzlukların olmasın bu gece...
ellerine sustuğun o adam ilacın olamaz ben bu satırları kanatırken sana... son mektubum olsun bu, ellerime sen bulaşmasın daha fazla...
bırak beni, dilediğim gibi susayım, sana hikayelerden, okyanuslardan ve kuşlardan bahsedeyim... bildiğim duaları tekrarlayayım, sadece senin sesinle çözülecek bir bilmece bırakayım sana... susarsan düşerim, düşersem biter hikayemiz akşam saatlerinde, dar vakitlere sıkışır bakışmalarımız, gelmeyişlerini anlatamam kediye rakı sofralarında...
en iyisi gelme artık, beni bu evde bırak, ya da beni bu eve bırak... yaşayabilmem için bir şans ver bana, devam edebilmem için bir sebep, gülebilmem için bir sen bırak... durduğun yerde depremler olmasın artık biz’ e dair... sevdiğimiz kitapları okuma sarhoş sevmelerine, benden ne varsa karanlığına göm, cevaplarımız bize kalsın, sen bana kal, ben sana kuş sesleri getireyim yolculuklarımdan çaldığım...


inanmadıklarımı anlat bana, sen yokmuşsun gibi... radyoda zerdalili bir şarkı çalsın, sevdiğin tarçınlı çaylardan yapayım, balkon soğumasın kar yağıyor diye... ya da bırakalım ne olacaksa olsun bu gece... nasılsa yoksun... komşu tedirginliğidir en fazla yaşayacağımız kar yağarken balkona...

27 Haziran 2010 Pazar

2nd fall : gipsy

özlendin.hep özleniyordun.ama aklıma geldiğinde beni yalnız hissettirmek..bilmiyorum.dün gece yazdığımı kastetmemiştim,biliyorsun.hep iyi yazdın.
güzel olmasan iyi yazdığını söylemezdim belki.beni tanırsın.çirkin şeyleri ve güvercinleri sevmem.herneyse ne kadar özlediğimi söyleyemiyorum sana ama birkaç kişinin görebileceği bir yere yazıyorum.o kadar..ben sadece bunu yapabiliyorum..


fall



http://spectacularfalls.blogspot.com/?zx=954e986ca1b97106

bekleme-k

Her mevsim
kendi tedirginliğiyle başlar yaşlanmaya
büyür sonra
büyür
büyür
sokaklarını büyütür evinde
apartmanlarını
ağaçlarını
komşularını büyütür
acıtır
sever sonra
günlerini büyütür
çoğalttıkça büyüttüklerini
ufalır
çocuk kalır
yaşamışlığının kenarında

hepsi huzursuzluktur
bir bakıma
bakakalmaktır


her mevsim
kendini büyütür
ufalırken elleri aslında

Her uyanmak
kendi şaşkınlığıyla
susturur günü
ya geçip gider
ya da öylece kalır hayatının ortasında
uyur
uyanır
sonra tekrar şaşırır
yolculuklar
mektuplar
diş fırçaları
saklanan
aynalar
yarım yazılmış defterler
uzun kahvaltı düşleri
vanilyalı kahveler

her kedi
kendi şaşkınlığıyla uyandırır günü
derin bir iz kalır
bekle
-mek
-ten geriye



m.s.d

25 Haziran 2010 Cuma

isim şehir

evi böylece bırakıp gitmek istiyorum, ne sis ne duman, sadece bir ıslık… ağaçları anlat bana, boy boy, sıra sıra sessizlikleri… kenarında ıslandığın gölgeleri yaz uzun uzun…dizesi kamaşmış unutkanlıklarla gel sokağın başına, en açık, en meydan yerinde susalım…
çocukları getir bana, edilememiş dualarını, şehirleri ve külleri, yazları, kitapları oda oda… bütün sorulara cevap, bütün cevaplara gece olsun evin, sevelim kimsesizliklerimizi…
bana yolculuklarını getir, taşımaya kıyamadığın öykülerini, yakıp yıkmalarını, seyretmelerini getir bana, yüzün gölgelenmesin akşam ıslıklarında…
sevilmek ve susulmak, kime yazıldığı asla gün yüzüne çıkarılamamış bir dipnot gibi öylece dursun duvarlarında…
güldüğün zamanları toplayıp yastık altlarına saklıyorum, fotoğraflar, tutulmalar, ay tozlarını sıvıyorum umursamazlığının çatlaklarına,’sen’ le ben arasında sızlanıyor konuşmalarımız. gündüzler gece, geceler çimen oluyor, öylece uyuyakalıyorum mutsuzluğunda…
sakinleştiğinde gün çoktan geçmiş oluyor, ben oluyorum, masada bir kaç parça düş kırıklığı oluyor, gece bir tekerlemeyi yuvarlıyor, bilmediğim dillere susuyorsun, kedi bir bardak ben daha getiriyor…
reklam tabelalarında yüzün görünmüyor, seni kokundan tanıyorum… sokağın haziranına karışıyorsun, eve dönüğümde perdeleri açık buluyorum, hep söylüyorum, hep aynı şeyi yapıyorsun, bütün sokak anlaşmazlığımızı görüyor… sonra durmadan haziran oluyor, sonra durmadan ıhlamur, çocuklar parkları taşlıyorlar, sen uyukluyorsun, geceleri sen gündüzleri sus oluyorsun, sonra durmadan haziran oluyor, sonra sen bütün bir yazı unutuyorsun…
mevsimleri sevmiyorsun, ışığı ve çocukları, meydanları sevmiyorsun, deniz diyorsun fırtına kopuyor, adımı mırıldanıyorsun kedi evi tepeme yıkıyor… bütün bir yaz böylece geçip gidiyor…
bana ellerini getir… uzaklığına bir kamaşma, ani bir son satır getir bu hikayeye, öylece oturalım…
bir isim, bir şehir, bir hayvan, iki de şarkı seçelim çekmecelerimizden, masalar dolusu ihanet içelim, evi sen al, perdeler bende kalsın…

baktığın zamanları toplayıp defter aralarında kurutuyorum, evler, kalemler, nota kağıtları, ıslak bir geceyi kapı eşiğinde unutuyorum, sesinin sıcağına yaslanıyorum sabaha karşı, bölünmüş uykularının huzursuzluğunu savuruyorsun yüzüme, öylece kalıyorum pencerenin perdesiz tarafında…

evine ekmek

duman uzayıp gidiyor önümde
atay’ lı cümleler geçiyor içimden
bir adam
karanlık sokakta kendisini kovalıyor
bayramlık kasketiyle
bir emekli gardiyan
küfrediyor
duvarları yazan öğrencilere
bunların diyor
hepsini tıkacaksın içeri
evine ekmek çaldığı
hapishane mutfağını unutarak.
yol
şehire doğru uzayıp gidiyor.

24 Haziran 2010 Perşembe

yaza karışmış

ellerim karıncalanıyor
bütün sokaklarda
susuyoruz
seninle

akşam
kokuna aldanıyorum
yaza karışmış
yüzün neredeyse
ellerim oraya gidiyor

pazar günleri
bu şehirde
kimse yalnızları sevmiyor

kuğulu da terk edilmiş
çiçekler aklımda
böyle çıkıp gidiyorum
senden kendime

23 Haziran 2010 Çarşamba

ceplerimde bir sürü bozukluk var
dileklerim
ve kuyular arıyorum
harcayamadığım için servetimi
ama dilek tutmayı unutuyor
gidiyorum...



fall

http://spectacularfalls.blogspot.com/
bazı adamlar için gece hep erken başlar.evet,
evet o saçma anlamlarıyla karanlığın.
arasıra güneş geç batar,
o saatte gidenler biraz daha kalırlar.
bizim gibi adamlar pek saate bakmazlar..

falls



http://spectacularfalls.blogspot.com/?zx=580d2c5693cc63a7

22 Haziran 2010 Salı

tenha

gece erken başlamıştı, kışla ya da karanlıkla alakası yoktu sanırım... güne geç başlayan geceye erken varıyordu işte, hepsi bu... arka dişim ağrımaya başlayalı kaç gün olmuştu? nezle miydim, yoksa her şey yolunda mıydı?

döneme dair ayrıntıları düşündüm bugün, defterler karıştırdım, fotoğraflar, notlar, o günlerde çekilmiş bir fotoğrafta giydiğim tişörtün dün üstümde olduğunu hatırladım... ne kadar zaman oldu yeni bir şeyler almayalı, sabah soğuğunda soluklanmayalı, bunları düşündüm.. dün ile bugün aynı anda yaşanabiliyor, çok hissettim daha önce.. dün de öyle oldu.

ne diyordum?
gece erken başlamıştı... yağmur yağıyordu, ne uzun uzun yağmuru izledim, ne de hüzünlendim. yalnızca gece erken başlamıştı, televizyonu açmamıştım, yemek erken yenmişti, ne dergi ne kitap okudum, kapım çalmadı, telefonum çalmadı... sıradan bir gece. sevdiğim bir şişe içkiyle başlayan sıradan bir geceydi.

parmaklarımla yılları saydım, insanları, evleri, kavgaları, aşkları saydım, hatta sadece benimkileri değil hayatıma değenlerinkileri de saydım...

sürekli albümlere bakan, defterleri dönüp dönüp okuyan bir adam değilim, hafızam da zayıf sayılır, kokuları hatırlarım, sokakları, bir ya da bir kaç kere gittiğim evlerin mutfaklarını, önünden geçtiğim apartmanların çatı katlarını hatırlarım... isimler çok zor, nokta birleştirmek gerek isimler için, ben başka bir yolla hatırlamayı öğrettim kendime... renkler hala muamma, bazen renk körlüğünü bile düşünürüm, hiç kimseye yıllar önce bir gün üstünde ne olduğunu söyleyemedim, dedim ya ben başka bir yolla hatırlamayı öğrettim kendime...

nereye gidiyor bu yazı?
yıllar önceki sıradan bir geceyi yazacaktım oysa, yıllar önceki erken başlayan sıradan bir geceyi... düşündün mü hiç? bu yıllar nereye gidiyor?

evden çıktım, montumun cebinde bir şişe...

ve... bir kapı.. sıradan bir kapı.. defalarca çalmama bile gerek kalmadan sonuna kadar açılmış bir kapı.. kapının ardında bir adam, kısa boylu, gür siyah sakallı, karanlık evli, gitarlı, müzikli, şiirli, acılı, komik, yalnız, sülalecek kalabalık, kendince tenha bir adam... her gece aynı koltukta oturan, ara sıra dışarı benimle çıkan, rakı seven, solak bir adam... yıllar önce o gece söz erken başlamıştı...

nereye gidiyor bu yazı?
Yıllar önceki sıradan bir geceyi yazacaktım oysa.

bunlar kalmış aklımda o erken sözlü geceden...

(şaban a yazılar...)

diye si

notalarla adını yazabilir miyim dersin
denk geldiği bir aralık var mı sessiz lerinin türkçe de
güzelsin
koca bir şehri ağlatabilecek kadar
git diyebilecek kadar da korkak
söyledim sana
haziranları tekinsiz bu sokağın diye
bu savaş
bu
gözümü sen bürümüşlük
artık taşla
baltayla
kılıçlarla yapılacak bu kavga
çünkü
söyledim sana...
haziranları tekinsiz bu sokağın
d
i
y
e
yüzünü kaçırabileceğini mi sanıyorsun
kendinden
kimi saklıyorsan o olursun
şimdi saklan
yüz(ün)e kadar sayıyorum
arkamı döndüğümde burdaysan
önüm
arkam
gelmişim
geçmişim
s
o
b
e

21 Haziran 2010 Pazartesi

- alo, eternal sunshine ekibi mi?

-artis naber !!

yüzümün dönük olduğu Yiğit, eliyle arkamı işaret etti. tanrım bu ses, bu cıvık tonlama, bu mekandan ve zamandan azad kendini bilmezlik, bir deja vu kabusa mı kesiyordu kendini yıllar sonra?

usulca arkamı döndüm ve dönmemiş gibi yapmak için artık çok geçti... keşke artık çok geç olduğunu o da bilseydi diye düşündüm sesin sahibinden emin olunca...

-selam.. (tutkalı zayıf bir gülümsemeyle)
-selam? şimdi böyle mi olduk?
-eskiden nasıldık ki yi yutup, ‘naber abi’ ye geçtim..
-hiç değişmemişsin be oğğğğlummm.
-sen de hiç değişmemişsin(samimiydim).

değişilemeyeceğinin kanıtı önümde duruyordu, hem de kanlı canlı, salyalı, hafızalı...

-ne işin var oğğğlum burda senin?
-bi’şeyler içmeye çıktık asıl sen napıyosun?
-iki günlüğüne geldim iş için
(ve beni buldun!)
-iyi yapmışsın, nasılsın?
-iyiyim adamım sen nasılsın?
-yiğit tanıştırıyım,
ben sözü bitirmeden atıldı;
-can...
-memnun oldum.
-o tattoolar gerçek mi dostum?

yiğit in yüzünde şaşkın bir durgunluk ve sonra ince bir pıs lama...gülecek diye çok korktum (tut kendini nolur..yoksa Can giderek çoğalacak geceye)!

-çok eski arkadaşıyım bu yavşağın!
-ben de çok eski arkadaşıyım (bir pıs lama daha)

n’erde hata yaptım balonları barın en arka kısmından bile seçilmeye başlamıştı, yiğit güldü. utanmadan oturmaz mısın dedi can a, oturduk... filmlerdeki gibi, sahne flulaştı, bütün sekans sanki can la doluydu.

gece can ın ağzından çıkan her cümlenin sonuna bir tamlama yerleştirmesiyle devam etti. sigara içmek için dışarı çıktığımda kendi numarasını benden çaldırdığını öğrenmemle son buldu.. boşlukları siz doldurun.

ertesi sabah 10.30 suları...

-alo?
-adamım n’aber ben can?
-hangi can?
-?
-nası hangi can? liseden can lan ne çabuk unutulduk!
-ha selam, naber?
-iyidir.
-akşam yine tunalı da olucam, görüşelim.
-can ben kısa bi süreliğine yurt dışına çıkıcam bu akşam, dönünce ararım ama yerleşme ihtimalim var..
-vayy artisss, hadi bakalım, gitmeden göriyim oğğlum işte, kızlarla gelicem bak, yalnız bırakma beni, kırarım kafanı.
-can şarjım bitiyor.
dıt...dıt...dıtt..

bir süre koltukta kaldım...

-aslı bi sade kahve yapar mısın hayatım bana?
-yaparım da kimdi arayan?
-karmacandı?
-nassı yani?



burdan eternal sunshine ekibine sesleniyorum;

liseden hiç sevmediğim ve hiç başbaşa kalmadığım halde peşimi bırakmayan bir tanıdığım için randevu almak istiyorum, en kısa zamanda bana ulaşır mısınız? balonları takip edin lütfen.

tanrım görüyorsun biliyorum ve bana bunu neden yaptığını da bilmiyorum sanma!
kimsesizliklerim topladım başıma
Konuştuk bütün gece
Suçlamalarını kabul etmedim

Kimsesiz kalışlarım gidiştiler
Hissizlik yoktu
İyisin iyisin dedi doktor

Doktorun gözleri güzeldi
Dalmışım, kimselerimden biri çalınca kapıyı
Uyandım, terliklerini uzattım

Demir kapılarında bekledim
Kar yağdı üzerime
Anlaşamayan kurumlar arasında yeterli olamamışım

Böyle dediler
Şöyle dediler
Kelimelerimi yeniden bulunca konuşalım dedim

Kelimesizliklerimi suratıma giydim
Günü karşıladım, Başım dönüyordu
İçime bir vadi yardım, bir kimse bulabilmek umuduyla...


Eda ACARA

http://rubaiceleme.blogspot.com/

sözlük

Beni bu sistematikle anlayamazsın. En iyisi sen beni doğaçlama çal. Bütün bir sessizliği yarım yamalak eşleşmelerle duymaya çalışırken aklımı olmayacak ihtimallere yoruyorsun…

Ses: Bir uçurumun kısa film montajı uçuyor karasularımızda. İnsan kendisini çoğaltıp duruyor, uğruna ölünecek mutluluk olabilir mi? Ya da çok sesli bir anlatım bozukluğudur aslında konuşmak…

Batık: Su altında kalmış bir tarih bilinci. yaşamak için oksijene ihtiyaç duymuyor hatıralar.

İlişki: (aşk)laşmanın (fayda)laşmaya dönüşmesi, unutulmasıdır gece yarıları akla düşmelerin. Güvenlik duygusuna verilen kraliyet nişanı ya da ilk öpüşmelere bulaştırılan ciklet buğusu… Sen iyisi mi beni doğaçlama çal…

Şu günlerde yeni bir ilişkiye hazır hissetemiyorum kendimi: aşkın restorasyonu olmuyor. O kadar mutluyum ki ölebilirim! ziyan olur kesik kesik solumalarım. Akşam olsa belki susardım, yüzümü unuttum, srar etme, daha fazla kalamam bu evde!...

Bir dakikanızı alabilir miyim?: söyleyecek hiç bir şeyim yok… yüzünüzü çok beğeniyorum (yalnız)ca… eksikliklerimi ve sessizliklerimi giderme telaşı içine girmiş olmam tuhaf geliyor olabilir ama tanısanız seversiniz beni… ya da: erkekliğimle bana arabulucu olur musunuz bu gece?

mülayim bir kedi adıdır unutma bunu

Sana neden hiç sevmediğim bir adamın adını verdiğimi bilmiyorum...Çoğu zaman yüzünde hiç tanıdık değil zaten..

durup durup birilerine benzetiyorum seni, aklım sürekli yol gibi yorucu sorular soruyor. Kararsız bir gecede son şarkıyı ıskalamışız da ondan harman kalmışız sanki mutluluğa, sen kendi köşenden ezberliyorsun sözlerini, ben zaten yoklama kaçağıyım bütün ev toplantılarında.
n’olur kişisel olduğunu sanma, oyunu yazanı sevmiyorum ben, hepsi bu...
Kilometresi sıfırlanmış bir tükeniş, yapmacık bir umut dilentisiyse artık hayat gözünde yapacak fazla bir şeyinin kalmadığı açık, bana bu hikayeleri anlatmaktan ne zaman bıkacaksın?
doktor nezaretinde girilmiş bir sinir krizi bütün bu saçma sapanlık, akıl ya da eş düşüm bir aydınlanma yanılgısıdır günlerimiz.
sesime tükürdüğüm gün tuttuğum balıkları bulamıyorum, adı kendisinden uzun bir yol arkadaşısın sen İstavrit! Sana yeni bir isim koyma zamanımız geldi de geçiyor bile bak, oturduğun yerden bir kahramanlık yapamayacağın çok açık... budalalıkların da bini geçeli çok oldu...

birazdan birileri gelip seni soracak, aynı soruları defalarca tekrarlayacaklar, içim dışım sıkıntıyla dolacak, belli etmeyeceğim, bu mevsim sanki seni hiç görmemişim gibi yürüyeceğim, adını bile unutacağım belki ama korkma sakın, kalemlerinin yerini kimseye söylemeyeceğim, bu mevsim sanki hiç yazı yazmamışsın gibi üzüleceğim...

ne yapsak olmuyor, bu şehire kar yakışıyor belki ama herkesin son satırları bize kalıyor. Gece tipiye kesilince dışarıdan sesler geliyor, ışıkları söndürüyoruz. Yoksul çocukluklardan kanaat notlarıyla geçmişiz, denklemler yolsuz bir ayrılığın sağlamasını doğruluyor.

kar yağıyor, şehir sabit bir anlaşmazlığa bürünüyor... bu mevsimin normallerinde iki yalnızlığın toplamı bir birliktelik etmiyor. Biz zaten kendimizi umutla toplayıp akıllıca bölmeyi de, eksikliklerimizi çıkartıp aptallıklarımızla çarpışmayı da beceremiyoruz...
artık göç almamaya karar verdim, sinir bozukluklarımı sahibine iade edip, kendimi sınır dışı edeceğim kendimden, bence sen de bir plan yapsan iyi olur, kesim tarihi yaklaşıyor faturalarının.
milyonlarca denklem arasından seçilmiş, çok fazla bilinmeyenli ve çözümsüz bir şakadan başka bir şey olamadım, kendime dost onlara sevgili olmakta vardı şıkların arasında ama ben o soruyu genelde boş bıraktım.

soru : ?
soru yok. Nasılsın diye sormak için aramıştım.

20 Haziran 2010 Pazar

ke(n)disi

bak yine bir mevsim bitiyor necati...
toplasak kaç anı biriktirdik
sen balkonda üşümüşsündür
ben
sokaklarda gezinmişimdir en çok
kuğulu da çay içmişizdir
ya da gece yarısı şarap
eve giden en kestirme yollara da sapılabilirmiş
ama ürkmüşüz karanlıktan

bak necati
bir mevsim daha
yürüyüp gidiyor kahvede bıraktığın masadaki
sıcağından

mevsimleri diyorsun necati
ve kedileri
düşünme bu kadar
yazacak bir şey bulamıyor(muşun) sonra

bir mevsim daha necati
eş değeriyle kavgalı

bir bardak daha
sonra bu hikaye bitecek
kedileriyle ve ke(n)dileriyle bitecek hem de

sözleri necati
unutmak için tutuyoruz
biz kimseye söz vermiyoruz
kendi sözlerimizi başkalarından duyuyoruz
mutsuzluk sanıyor birileri

sözleri diyorsun necati
ve hikayeleri
kurcalama bu kadar
uyuyacak bir yer bulamıyor(muşum) sonra

yeni başlayanlar için doğru sevme atlası

..elimin içi kağıt kesikleriyle dolu, orta yerinde bir yitik aşk haritası, noktaları birleştirmeye cesaretin var mı?
bir sessizlik nöbetini paylaşmışız kış ortasında, şehir çıkmaz sokaklarıyla yürüyor üstümüze… mevsim dışlamış bizi aydınlığından... bütün yoklukları aynı suda yitirip tarifsiz bir şey hapsediyorum gözlerime... beni bir uçuruma benzetmeye hakkın var mı?

..düşmelerin sonrası çamur lekesiyim çocuk dizlerinde, sıyırıp atmaya üşendiğin. söylenenler anlamsız, bütün yüzler aynı gecede yaşlanıyorlar, beni bu evde kundaklamaya hakkın var mı?

..''beni uzağında tutma, kanun kadar hükmüm ve su gibi akıcı'...

..su gibi akıp gittin avludan, parmaklarımda bir şeylerin ağırlığı kaldı... yapılanlar ve bütün cevaplara inat hatırda kalan sözler değil miydi anılar?...

mektubun aslında en olmadık yerinde düşüyorum sözlerimden, seni en sesli yokluğumla söze buluyorum... kış ortalarında gittiğim sahil yerleri şimdi erken kalkmalarım, her yolculuğun sonunda yola bakmalarım gibi konuşmalarımın özensizliği. aklıma düşman rüyalar içindeyim, güneş sadece ışık veriyor mevsime.

..bizimkisi bir deniz şehriydi yağmuru ıslak, lodosu kemiklerimizi sızlatan... yüzü suskun, sadece gece yarıları ısınmalarına müsait... bir tekne çekeği sakinliği, bir aldanmışlıktan kopma isteğiydi, bir yalnızlık bıkkınlığıydı sözlerimizin toplamı...
aklımızdan geçenler yüzlerimizde saklanmaya tenezzül etmezdi, şimdi yüzlerimiz gibi yabancıyız kalplerimize...
'yeni başlayanlar için doğru sevme atlası' ydı , bilemediğimiz bir dilde yazılan...
içimizi kanatan bütün satırları şişeleyip tarih ve kısa notlar düşüyorum gece bitimlerine, içim dışım haksızlık...

bizimkisi bir orta oyunuydu, ortalama beklentileri sindiremezdi telaşlarımız...

..beni suya benzet ya da eksik ölçülerine zamanın.

içine attığın ne varsa bir gece aceleyle yolla evime. ya dağılıyoruz ya da çoğalıyoruz kendimize, sen o koltukta uyuyacaksan eğer fark eder mi yalnız kalmalarımız çırılçıplaklıklarda?

bizimkisi bir taflan ağacıydı ,dallarında çocuklar olan, yerini beğenmemiş bir toprak serpilmişliği, bir geç kalınmışlıktı ki üzerimizden geçip gitti, gölgesini bile görmedik... hicaz bir tezatlıktı yapmakla kalmak arasında sıkışıp duran, asla bir tutulmaya sebep sayılamayacak akıl kalıntılarıydı dilediklerimiz, apartman boşluklarında yitirdik sevinçlerimizi...

atılamayacak kadar kıymetli, taşınamayacak kadar ağır yoksunluklardı sarılmalarımız, içi dışı, önü arkası tekinsiz aynılaşmalardı sevişmelerimiz.

bizimkisi bir 'uzun zamandır dua etmemek pişmanlığı' ydı... dilsiz bir tercuman yaptık aşk'ı kendimize, aklı karışmış bir çocuktu iki hayat arasında sıkışıp kalan.

bizimkisi en çok ellerine vurulmuş bir pişmanlık diyetiydi, aceleyle toplanmış uzun yol valizleriydi çırpınmalarımız... ne çok uzun yollara düştük biz seninle, hem de denizin her rengini görerek... yitirilmemiş seraplardı buluşmalarımız gerçekliğine şaibeler bulaşmış, tadı çıkarılamamış vahalardı bakışmalarımız.

kararsızlıktan kaybedilmiş bir son şans ikramiyesiydi bizimkisi...
yok dediğimiz her şeyin gözümüze durmasıydı çarpılmışlığımız. üzerimizde emanet durmuş büyük görünmek kandırmacalarıydı avuçlarımızda sıkı sıkıya tuttuğumuz benliklerimiz, dikenli tel ürkütülmüşlükleriydi içimize hapsettiklerimiz, sarıp sarmalamıştık hüzünlerimizi.

..bizimkisi aşk tı düpe düz...
yaza da kışa da bizim sözlerimizle bağlanan. bir oğlan çocuğunun arsızlığıydı benimkisi, yıllar sonra ilk defa senin kokunla huzur bulan, şehre gece yağarken, birbirimizden habersiz aynı tren garının aynı oturağına aşık olabilme ayrıcalığıydı.

..bizimkisi aşk tı sevgili...
yüzünden başka yaşanmışlık hayal etmediğim... sabah kuytularında kalbini dinlemekti göğsüne eğilip, eğer bırakırsan nereye gideceğimi bilemediğim. bütün dünyama ve bütün alışkanlıklarıma verilmiş bir dersti aklıma kazıdığın sensizliğim.

..benimkisi bir aşk tı sevgili...
kaburga kırıklarımın içinde beslediğim, kalabalık ve keyifli piknik sepetleriydi ertelediklerim. çok hevesli, çok ürkek bir şarkıydı sen uyurken kulağına söylediğim.

..benimkisi bir aşk tı sevgilim...
her sabah yüzünle beslediğim...



msd

19 Haziran 2010 Cumartesi

güzelsin sevgilim

ama çok yakından



cemal süreya...

18 Haziran 2010 Cuma

saklanmakla gizlenmek aynı şey mi?
sinsi bi'şey var gizlenmek te

17 Haziran 2010 Perşembe

çok yaşa e mi sen, nerden aklına geldi bu kadar zaman sonra bu şarkı.nasıl heyecanlı,nasıl coşardık.yeniden lise gibi.
meraklısına.buyrun

http://fizy.com/#s/1gyo88

menekşe gözler

Sana eşlik etmeyi çok isterdim ama uyuyakaldım. Ne tuhaf, bütün ilk gençliğim sabaha karşı siyah beyaz filmleri beklemekle geçti.

Fatma Girik değilsin, gözlerin kahverengi…Türkan Şoray değilsin ki üzülme kimse değil!
Senin neyine aşık oldum ben?

( Ah Fatma ne yaptın sen yine?
Her şeyi berbat ettin. Bu adam ne kadar içse yeridir şimdi.
sabahın bu saatinde, herkesin gözü önünde böyle terk edilir mi insan? ne dedi sana film başlarken; ben senin bildiğin erkeklere benzemem demedi mi? Sigarasını iç cebinden çıkarıp ayıpmış gibi yakmadı mı? ne diye iki saattir orasından burasından çekiştirip duruyorsun adamı? ne diye çok içiyor, eve geç geliyor diye dır dır ediyorsun? derdini soruyor musun? ne olacaktı? ne sanıyordun yani?
Sadri içli çocuktur, rakıyı sever… pavyona gider gözünü çevirip Allah kuluna ilişmez,
mahallenin yanık delikanlısıdır. Bir aşk yaşamış evvelden, bütün mahalle el birliğiyle susar… kolay mı sanıyorsun bu işleri sen Fatma! Bir günde düzelir mi o göz altı torbaları? kotası mı var sanıyorsun aşk acısının?

Bence sen geç olmadan eve dön Fatma, ilk gün yaptığın gibi üstünkörü bir temizlik, bir kap piyaz yap, ne bilim bir ufak rakı al bakkaldan, beyaz peynir kes, masanın üstüne kasımpatı koymayı unutma sakın e mi! Eşektir Sadri, sen olmasan bilemeyecekti evi çiçek bahçesine çevirmeyi, sen uyma ona Fatma ne varsa hayallerinde tuğla gibi ör Sadrimin üstüne çabucak, gariban nasıl olsa ses etmiyor. Ne kadar ihtiyacın varsa o kadar sevdir kendini Fatma, korkma bütün mahalle el birliğiyle susar sen gidince.

boşuna uğraşma Fatma, Sadri’den rol çalıyorsun işte! Senin masan daha kalabalık diye acın daha mı büyük sanıyorsun? Ya Sadri tek başına içmeyi seviyorsa? Ya artık geceleri anlatmak istemiyorsa? Bunları düşündün mü hiç Fatma?
Sadri bu gece gelemeyecek, belli oldu… ben de yatayım artık… sen de gelmezsin ama n’olur n’olmaz diye anahtarlar eski yerinde Fatma…)

şarkışla

estetik nedir?

...güzelliğinin bendeki aşk olmadan beş para etmediği dir...

16 Haziran 2010 Çarşamba

Şarkılar seni söyler

Yılanlı ve ırmaklı rüyalardan uyandım, mutfak savaş alanı…bir hikayenin gelişme mekanı olabilmek için çok dar, yüzünü unutturabilmek içinse geniş, yüzümüz seyyar bir hayat çizelgesi kış saatlerinde… denizsiz bir kentte taze balık yüzsüzlüğüne vuruyoruz sessizliğimizi.
Baygınlık geçirir gibi dalıyorum uykularıma, soluklarım düzensiz, ışıklar açık kalmalıydı… Hala aynıyım desem yeridir…
Kar bekliyorsun yağmıyor, otobüsler kalabalık, dumanını sevmiyorsun kentin, aklın yol seyirlerinde… Bir mutsuzluğu gülüşüne ilikliyorsun, ben bile bırakıyorum gece yarısı yazmalarını ‘’gülmelerin’’ üzerine… kim olduğunla değil ne olduğunla inatlaşıyorsun, olabildiklerinin toplamı bir emanet yapabilsin istiyorsun, dip sularında kayboluyor kabul günlerinin sıcaklığı…Yeni ‘dil’imle bir hikaye yazıyorum sana, kediyle sen ıslanıyorsunuz… Seni bir kedi yüzünden terk ediyorum sevgilim…


Daha Mutlu Olamam,

Şehrimizin arabeskini gezdiriyorum konuklarımıza…

-Her bütçeye uygun ihanetlerimiz vardır. Vize işlemlerinizle arkadaşlar ilgilenecekler!
…Elime geçen her türlü yorgunluğu nakite çeviriyorum, gayr ı meşrusu elime yüzüme bulaşıyor. Eve sürekli iş getiriyorsun biraz daha ‘sen’in derdindeyken ben… Seni salataya zeytin koyduğun için terk ediyorum sevgilim…


...

‘İnanmamıştın aşkın
bir elbise hırsızı olduğuna
ama köşesinde
kedinin uyuduğu bir yatakta
çırılçıplak bırakmıştı
her ikimizi de.’
Sunay Akın(Elbise Hırsızı)



Bu Hikayeyi Seninle Boğacağım…(içi dışı,altı üstü,önü arkası..)

Kendimden bir miktar ‘sen’çalıp aşka kaptırıyorum kumar masasında… Anlattığın öyküleri çocuklara anlatıyorum kaynağını gizli tutarak sonra. Gecenin bitişinde en çok konuşan ben oluyorum, bir tedirginlik nöbetidir geçip gidiyor tutulmalarım… Sana gezegenleri yazıyorum ve anlamsızlığını uçulamayacağına inanmanın… Gülüyorsun… Seni ‘serim’lerin yüzünden terk ediyorum sevgilim…


...


‘sonra boşuna çizdim karanlığa resmini
boşuna…ezberleyip hasreti…
oysa nasıl istersen öyle gebertebilirdin beni
nasıl istersen…
artık sulara k(atalım) aşkların yetim rengini!
Yılmaz Odabaşı(Aşkların Yetim Rengi..)


…Sonra boşuna sordum arkadaşlarına yerini…
Çok ertelenmiş bir hoş geldin partisi hikayemiz, konuklar sıkkın, yerlerini beğenmemiş yalnızlıklar, her türlü paylaşımdan karsız ayrılmışız, tutmuyor ayın sonunu ‘aşk’laşmalar… Başladığımız her cümle anlatım bozukluğuna dönüyor, bütün saatler gece olduğunda son vapuru kaçırıyor. Bana yazdıklarını çatı katımda unutuyorum, yeni mektuplar beni tanımıyor. Anlatılan her öykü yeni sesleşmeleri işaret ediyor, seni soğuk alınganlığım yüzünden terk ediyorum sevgilim…


...


Eklemlerim ağrıyor, romatizmama hoş geldin…

Kek yapmayı yeni öğrenmiş bir aşçı çırağıyım düş pastanenin kirli mutfağında.. krem şantiyi oldum olası sevmem! En iyisi biz kurabiye kenarı kıtlamakla başlayalım ayrılığımıza… Ya da kediye söyle bi büyük kapsın bakkaldan… Canımın yarın işe gitmek istememesi ihtimalini göz önünde bulundurarak bir ‘gün planlaması’ yapıyorum saman kağıdından, komodinin üstündeki fotoğrafının arkasına da bir not düşüyorum en sevdiğin kalemimle; aşk, bir sözlük tanımlaması değildir benim lugatımda … Seni ‘düğüm’lerin yüzünden terk ediyorum sevgilim!



...


‘…kimse aşkı bağışlamamalı…’
Küçük İskender(tarot)

…hiç bir yaşanmışlık pazarlık konusu sayılmazdı o kıyılarda ve şarap içmek mecburi bir başkalaşma biçimiydi ilk buluşmaların… Biz sesimiz ve toplamımızın adrenalin potansiyeli oranında kendimizdik. Aklımızdan geçenler bir eylemleşmeye sebep değildi, çocuktuk… her parkta bir oturak sahiplenirdik ve mahallenin gündemi ezici üstünlükle şampiyon olurdu her çift kale toprak saha kalkışmasında… Pencerelerde kar, kıyılarımızda mayınlar olurdu her aşka yeltenmemizde, korkaktık… Seni ‘sebep’lerin yüzünden terk ediyorum sevgilim…


...

…bu çocuğa senin adını veriyorum çünkü seni seviyorum, evet…

…Şu listeyi değiştiremez miyiz? hep aynı sevgiliyi bıçaklıyor melodileri…Ya da evlerinize gidin artık size eskiden beri kanım ısınmıyor. Arka oda kilitli, eski sevgilimi gömdüm parkelerin arasına! Spatulayla yontulmuş bir gün ortasıyım ceza sahalarınızda belki de yüzüm bu yüzden bu kadar tanıdık. Yüzüne botoks mu yaptırdın sen!?...Seni kesinlikle hormonlarım yüzünden terk ediyorum sevgilim…

yakışıklı nezle

bu savaşta kendimden yanayım
ne siper ne mevzi terk edecek değilim
bakma öyle boşuna
yalan değil de usanmışlıktı

anlattığın filmi izlemedim
okuduğun sayfayı da kaybettim
çünkü ayıraca çok ihtiyacım oldu öğlene doğru

masamın üzeri genelde dağınık bilirsin
ben o dağınıklığı hepinizi tanıdığımdan daha iyi tanırım
daha bir tek yanlışlığımı kaybetmemişimdir masamda
bunu da bilir misin?

ellerimi yan yana koyup uzunca seyrettim
kahve yok
ev sessiz
neyse ne işte
tarçın çayı iyi
papatya da var
ıhlamur da

ah hayatımın kadınları...
ne çok seviyorum kutsal evlerinizde yaşamayı
insanın nezle olası geliyor karıştırınca mutfaklarınızı

pazar yeri

kimse aşkı sahiplenmesin boşuna
gerek yok
öylece ortamızda dolansın
annesinin yanında koşturan çocuklar gibi
Kilitleyin kapıları
Hiç bir yere kaçamasın

15 Haziran 2010 Salı

cumadayım dönücem...

Ağzım kanıyor, böylesini beklemiyordum! Sonrası sözün durgun yankısı,ağzımda kanayan…Başka bir yataktayım, benim, dinlemiyorum hikayemi. Cami önünde tipiye tutuluyor aşk, ben o sırada duvara işiyorum…
Köpek gibi içiyorum, boğazım yanıyor. Kendimi bulamıyorum gecenin yarısı, eski sevgilime derdimi anlatamıyorum, telefonu yüzüme kapatıyor!Eskiden de hiç cesur değildi zaten.
-çok yalancısın!
-…ne olmuş biraz olmayana öykündüysem! İki bardağın da promili aynı değil mi?...Şimdi sen aynı şeyi içip,cbenden daha dürüst olduğunu mu söylüyorsun? Sen çık ben kalıp biraz daha konuşacağım…


Aramızda Ben Varım Hikayesi….


Benden nefret ettiğini söyledi. Benden nefret ediyor oluşunun üzerimde bir etki bırakmasını bekledi. ’ben de..’ dedim… ’ben de kendimden nefret ediyorum’… biraz papatyaya vodka doğradım, içtim… Bardak halının üzerinde, bayağı bayağı içtim yani, radyoda bi’ şeyler de çaldı ama dinlemedim…

Ben ayıldığımda o sarhoştu,sonra ben yine sarhoş… ’Seni terk ediyorum’ dedim, umursamadı… Dönüp dolaşıp ona döneceğimi biliyor..’Kendine gel..’diyor, kendine gelinen evde yok ki! ’Ben bi arkadaşa bakıp çıkacaktım, sen kendi ellerinle yumuldun yüzüme’..dedim,güldü…Uyandım…


Ekseni Bozuk ( Ya da Seni Kendime Sakladım ) Meselesi…


Hoşça kal diyor… Neye ve kime göre? Kendime göre olsa, üstümü değiştirmeye üşenip evde denediğim gömleklere benzeyecek, üstüme oturmayan…Geri götürülmeye de üşenilecek, yazık olacak…Ona neden sorular sormadığımı anlamayacak, bir kalıba, bir anlama, bir ünleme, bir yalnızlığa, bir can sıkıntısına, bir şeylere yoracak, benim üzerimden kendi kadınlığına politika yaparken beni unutacak. Ben çoktan huysuzlanmaya başlamış olacağım, gözüm paydos saatinde…


Mektupların Bende Kalmış…Anahtarlar Hala Sende mi?


İyice sarhoş olduğumda sana tekrar göz koyacağım. hangi deniz kendi iskelesini umursar? hangi çocuğun bisikleti mağazadakinden daha güzeldir, hangi tokluk açlık kadar şiddetli olur? Bütün bu soruların tek cevabı olacaksın,içeceğim… Köpek gibi ısıracağım kendimi, hep o vitrindeki bisiklet olacaksın, hep benimkinden güzel, hep başkasının… Hal bu ki; ben bu zamanın bütün taşıtlarına bizzat binmişimdir.
Sıradanlığını görmezden geleceğim. Sırf güzel bir hikayem olsun, yaz sarhoş etsin, yalandan bir sızım olsun diye büyüttükçe büyüteceğim seni, sonra yazın şeklimi değiştireceğim, anlatım bozukluğuma örnek teşkil edemeyeceksin.


Bana Bir Sır Ver Çok korkuyorum….


Yalan söylüyor oluşumla doğru bir yalakalığın arasını yalamaya çalışıyorsun, rengin hep gri! İçtikçe içiyorsun, senin derdin yaşadığın ama…(hep başa dönen anlamsız bir şarkı…) ya yazıp, inanmaya çalıştığın hikayenle! boşuna bana hesap ödetmeye çalışma, ben bu fondipleri sen istiyorsun diye yaptım! Yani eksik aşk maceran, etik, ahlak, düzen, şefkat, onur, utanç adına ki bunu bile kabulden korkarak… kaçıp duruyorsun ama yanıp tutuşuyorsun ihanet için… için için aldatıyorsun her şeyi ve herkesi, sonra da bana yalancı diyorsun.. benim ne bok olduğumu herkes biliyor, kendim bile!
İşim bitti, tüpü de açık unutmuşum, ufak bir kundaklama işim var evde, bekleyemeyeceğim yani seni. Ama sen uğramak istersen egolarını, ihanetlerini, yalanlarını ve şat bardaklarını da getirmeyi unutma, rulet oynarız…Ben sana korkak derim,sen bana piç kurusu! En çok dayanan kurşunu ısırır, ya da seviştiğimizi farz ederiz…tırnaklarımın sırtını çizdiğini unutuyorsun!
Sen bir ağaçsın, cinsini değilse bile kokusunu bildiğim,’orman’ inancın beş paraya düşmüş gözünde…bir düşün şimdi; orada kök tutabileceğine emin misin?


Cuma’dayım Dönücem…


Bütün bu olanlar aslında tek bir mektubun sonuna sığdırılabilir. Kanatamıyor ki yaşanılanlar hiçbir günceyi. Ben toz toprak bir sinir krizini boğazlıyorum bu gece, yaşadıklarım yaşayacaklarıma çelme takıyor, bileklerimdeki kesik izlerimi gösteriyorum flu bir mutluluğa ki; varolan ne varsa adını benim koyduğum konusunda hemfikiriz.
Büyütesim geliyor seni, hiç yoktan aşık olasım hiç umurunda olmadan, sırf laf olsun diye dokunaklı intihar mektupları yazasım…sonuna kadar rezil, sonuna kadar riyakar olasım geliyor. Kapıya bakıyorum, gelen giden yok…
Kapına mektuplar bırakıp gizliden kapıyı açışını izlemek istiyorum. Zarfın içine mektup yerine gece koyduğumu unutuyorum, Nerde hata yaptım diyorum, matematik değil miydi yoksa? ben mi yanlış anladım?
Sana kocaman laflar edesim geliyor, okuduğum bütün kitapları anlatmak, sustukça susmak geliyor. Seni yalan yapasım, aklıma takasım geliyor, böyle garip, anlamsız, gereksiz bir hikayede tırnaklarımı saçlarına sokasım geliyor. Bana yumruk atmanı diliyorum, sert bir cisimle yaralanmak istiyorum senin tarafından, faili sen bir mutsuzluk istiyorum senden, sırf rakı kafayı bulsun diye…


Gündüz Gelme…Evde Ben Varım…


Yüzüne baktım, gerçek olmayan bir şey var yüzünde, zoraki bir sabah gülümsemesi, ’yani ne gerek vardı canım,bi daha böyle içmicem’’ in bıkkınlığını yakaladım, utanmadım ama fotoğrafa da hiç yakışmadım. Uyudum,geçti. Uyandığımda aynı adamdım. Aslında ben ne zaman linç etmek için uyansam bir önceki gecemin düşlerini ,önce saçlarımı tararım! Gençliğimden saklanmış bir acı gerçek, bir dip_not ararım, birileri bir şeyler bırakmış, yanımdan gitmek zorunda kaldığı için üzülmüş gibi hissetmek isterim. Odamın içi el değmemiş bir olay mahali, suçlulardan biri ben, diğer taraf kapı-duvar…gelen giden üstünü giyinip çıkıyor.
Seni odada rehin tutmak, yatağa bağlamak, bağırmaman için tehdit etmek gibi sapıkça fikirler de geçiyor aklımdan ama ‘yok artık!’diyorum! Yine de sert bir cisimle yaralanmak istiyorum senin tarafından!
Bir hikaye istiyorum, sadece beni ilgilendiren. Sana düşkünlüğümse filmlerdeki kadınlara en çok senin benzemenden…Seni kıskanmak, sesin yüzünden saçma sapan dağılmak, burnumun ucunu alkole batırmak istiyorum. Köpek dişlerimi bileyip kendime saldırmakta istiyorum…Bir gece yarısı kendimi arayıp derin derin solumak bile istiyorum çoğu zaman…
Senin dilini çözemiyorum çünkü sen Marvel’lisin. Ben doğma büyüme buralı ama aslen Fransız’ım dünyaya…Karşında kendim gibi tek bir cümle kuramamış olmak sinirlerimi bozuyor, tenin aklımı karıştırıyor, beni bir anda o en aptal, en ergen halime dönüştürüyorsun, çünkü gözlerin Moğol, ellerin kadın kokuyor. İçip içip neden böyle davrandığından bahsediyorsun, hem de gözümün içine baka baka ve davranılanın ben olduğuma aldırmadan. Yazılan ve söylenen her şeyin bozuk bir silahın sarpacığı gibi sallanmakta olduğunu sen de biliyorsun hatta sarpacıkların saat aparatları olduklarını da ama sormaya bile tenezzül etmiyorsun. Biliyorum;biz oyun arkadaşıyız…
Yazacak çok şey var, maalesef yazılamayacakta. edebiyat kaygılarımız, zarflamaya üşendiğimiz yalanlarımız, diktirmeye kıyamadığımız bilek kesiklerimiz de var ama biraz daha derin kesiklere meyil etmek cesaret istiyor… İkimiz de çok nariniz, hiçbir şeyi hak etmiyoruz! Yine de güzel oluyor, sabahı kötüyse de, alkolü ve gecesi güzel oluyor. Yine geleceğim, o açıklanamaz kokuna ve yüzüne tekrar yakın olabilmek için…
sağanak yağmur gibiyim necati
Bu da benim güncem olsun
Seninkinden estim desem?

Yarına kar yağar mı necati?
Kristallerin içinden kırılmazsın
Ses etmeden sözünü versem

Bir sarkıt sallandırsam
içine, sana necati
İsmini değiştirsem okusam üflesem

Birbirimize baksak
Sana inanıyorum desem
Yine de cıvayı sorar mısın necati?

bi'şey: kiralık hayat

eda acara

14 Haziran 2010 Pazartesi

y

sırf seni seviyorum diye
bütün yazlarımız sıcak ve kurak geçecek değil ya

belki
kuşların toplanıp göçecekler
göçü seveceğiz kuşlarınsız

13 Haziran 2010 Pazar

Bu şehrin kafası karışık Necati
insanlar sürekli konuşuyorlar…
yüzümü yukarı kaldırdığımda gözüme su kaçıyor
yolda yürüsem üstüm başım çamur…
iki şehir
uzun cam arkası beklemek yolu
yol gerçekten gitmiyor mu bir yere?
iki ayrı akıl,yitirmek kokuları
zaman bir ölçü değil ki her zaman
yaz başları necati
ne çok derdimiz var isimlerimizin önüne karaladığımız
yine de uyandırma sen şehri
kim bilir kiminle sabahladı


m.s.d

-

ses: bazen hiçbir ifadeye dahil olamadığı olur kavramların ki ses aslında somut bir şey değildir.

telefon: cebimde titredikçe düğüm üstüne düğüm atılır özgürlüğüme. graham halimi görse çalışma odasını karısının odasına taşırdı eminim.

kalem: binlercesine bıçak bilenmiş bir luzumsuz kalabalık. olmasaydı ne yapardım diye düşündüğüm çok.

keyfe keder

bu işte bir yanlışlık yok mu?
sinirleri bozulan karınca gibi
yolunu şaşırmışsın kabilenin
uğramadığın kaç arkadaşın varsa
topla bana gel bu gece
kafaları çekelim

cıva

muslukta su var, akar.. biliyorum

kalemde mürekkep.. yazar

benim aklımda ne var ki Necati

akşam cümle cümle iniyor kalbime



doyumsuz her ben bir rakip ötekine

ceza gününün sahibi gibi gülerler

sonra dolanırlar etrafımda Necati

ama neden geç vardım ben bunun farkına



bulutlar yer arar yağmak için kendine

kime yaklaştıysam dinmedi içimdeki fırtına

ancak uzaklaşarak katlandım insanlara Necati

ama kalbim aktı hep neden esrara



köpeklerin halinde bir tuhaflık var

bakıyorlar öyle aldırmadan gülenlerin yaşamına

baktıkça daha çok kuşkulanıyorum ben Necati

ama neden köpüklendi aklım hep böyle kendine döne döne



Bu cıvayı kim koydu kalbimize Necati!




yücel kayıran

12 Haziran 2010 Cumartesi

o kış güzeldi

o kış güzeldi...
okulun ikinici yılıydı,hava hava ayaz mı ayaz ellerim ceplerimdeydi…

cebimdeki elimde bir kanyak şişesi…gençlik işte herşeyi sek istiyor bünye…alkolü sek istiyor,kavgayı sek istiyor,aşkı sek istiyor…

nerdeyse bütün kış aynı şarkıları dinledim;içinde içindekiler vardır…içimde ne vardı?

başı sonu yok bu yazının…

okuyana değil yazana anlamlı belliki.

güzel bir kıştı…müzikleri güzeldi,içkileri güzeldi.koridorları,dostları,gitarları,yağmurları ve karları güzeldi…edip cansever en çok o kış güzeldi belki de.

ikibindört kışı güzeldi…

evleri güzeldi,sokakları güzeldi,gidenleri,gelenleri,kalanları güzeldi,fotoğrafları,filmleri güzeldi…

Dedim ya; okuyana değil,yazana…

Yol ne zaman bitecek?

Yol ne zaman bitecek?

ben seni hiç maviler gezdirirken görmedim ki.
bir uykusuzluğun serim bölümüydü konuştuklarımız.
yağacak olanları boşver.
gidecek olanları da... kalanlarla baş etmeye hazır mısın?

Söylemiştim,
susuzluğa dayanamıyorsan şarkı söylemeyeceksin demiştim.
yine dinlememişsin beni.

bana birşeyler söyle ama bilmediğim bir dilde olsun.

...

10 Haziran 2010 Perşembe

başka bir evren

Sanki birazdan güneş tutulacakmışta ben hala ışık açmanın derdindeymişim gibi kocaman gözlerinle yüzüme bakıyordun. Kıpırdamadan durdum, kenarları kırışmış, çizgi çizgi gözlerimi gözlerinin içine diktim … sormasam daha mı iyiydi?


-Ellerini bir çift kanatla değiştirir miydin?
-ellerim kalsın ama kanatları da çok istiyorum …

Oysa daha bu sabah yüzümdeki bütün çizgileri ezberlediğini söylemiştin. uyumak, haritasıdır biraz da aşkın… bizimkisi ancak yangın tatbikatı sayılabilir.

giderken bütün kalemleri saklamışsın, komşular sus pus... şehire iki kere uğrayan sirkler gibi, çocuklara masal, büyüklere teselli ikramiyesi varlığımız.

yoksulluğu konuştuk, başka bir evrenin varlığına kanıttı bileğindeki şişlik.bu terk edilmiş, bu sevilmemişlik hissi, nasıl anlatsam olmaz... yoksulluktur işte...

kuşları seviyorduk, evet... hem de her sabah ekmek kırıklayacak kadar karlı balkona. peki ya elektrik direkleri? onların hiç mi suçu yok bu kalemsiz, deftersiz, hazırlıksız haziran akşamında?

küçük çocuklar gibi, aynı ağacı defalarca soruyorsun, beni değil ağacı sağlamaya çalışıyorsun belki de. ezberledim dediğin her isim için bir oturak gösteriyorum sana, sen saklandığın her kalemim için bir park yakıyorsun...



....

8 Haziran 2010 Salı

manifesto

Sonsuz bir mavilik pencerede,alacak verecek kalmamış,komşuların yarısı kış uykusunda yarısı sarhoş.

konuşmaya gerek var mı?

teklif edecek birşeyim yok ki,kalmadığından değil,hiç yoktu!
İlahi sessizlik!pop art ı bilemedi diye terkedilir mi hiç adam? alemsin.
hissiyatımın ölçüm birimi yok,korkarım olmayacakta.iki satır sarhoş olunca musikiye dadanmak babandan miras,ne yapsan değişemezsin.
yan komşu bağlama çalıyor,akşam 8-10 arası türkü bardayım aramayın boşuna...

ince duvar tanımı için bir devrimdir bu söylediklerim sen ister inan ister inanma.

sabah 9...

sabah 9....

gün taşkınlığını sürdürüyor. oysa kırlangıçlar önceki günün çığlıklarını uykuya yatırmış olgunlaşmayı bekliyorlar. uyuyarak ? evet uyku, kanıksanmış renklerin solukluğuna meydan okuyor. rüyaları taşıyor bilincin benzersiz durağına. rüyaların zamanını düşünüyorum. pencereden sızan ışığı, usulca yüzüme dokunan sessizliği, sessizliği öpüşümü hatırlıyorum. böyle böyle tanışırken geceyle odanın dünyasında, kelimeleri dilime bırakıyorum tadına varmak için. kelimeler, keskin bir acıya birikiyor bekledikçe. odanın sisini kaldırıyor sonra o koku. pencereyi açıyorum. ışığı süzen tülün bir ışık perdesi olduğundan ve dünyayı yansıttığından şüphem yok. başka birşey mümkün, mümkün olduğu başka bir nehre akmanın. sertleşmiş duvarların ve boyalı kafeslerin gürültüsü elimi acıtıyor. acıttıkça bileniyor kelimeler, esrikleşiyor dilim. zaman da akar,usulca, devinir kendi yatağında. pencereyi kapatıyorum, perdeyi de elbet. ışığın bitmesi nedir ki ? yağmur çiseliyor. çıksam ıslanacak kelimelerim biliyorum, acısı karışacak mazgallardan derinlere. asfalt siyahını kendine benzetecek. çıkmıyorum ama biliyorum yuvarlak olmadığını kendi dünyamın. kıvrımlarını, keskinliğini ve dönmediğini... zaman susuyor. ellerimin acısı geçti. parmaklarımda duran hayat izlerini silmeyeceğimi biliyorum. birikiyor. sığmayınca öldürüyorum kelimelerle, kırmızıyı ödüllendiriyorum. siyah bir asfalta dönüşüyor eklentilerim. benzersiz bir yokluğu özlüyorum, içinde çelikten bir zırh ile bekleyen. çatlamayı ve parçalanmayı kanıksıyorum. ıslatılmayı bilincin dudaklarından. başka bir yol arıyorum. öğretilmeden öğreneceğim. kırılganlığı özgürlükle besleyeceğim. biliyorum başka bir zaman mümkün başka çizgiler başka acılar ve elbet şen bir şarkının ezgisi... zaman noktalıyor kelimeleri usul usul. ruhumu perçinliyorum kaygan bir taşın kalbinde. şehri kapattım gün ışığıyla. geceye saklandım. küçük bir çocuk oldum ışık perdesinde. kelimelerim yeşerdi. bileklerimi yaladı ölümcül bir korku. sana sığındım, sıcak kokusuna benliğinin. dinlendim. uyudum. yeşerdi kelimelerim, güçlendi yüreğim. doğrulup hayata karşı inat besledim. bildim başka bir yol daha var. hatırladım. hatırladıklarımı zamana ekledim. bir nefes aldım soluğundan dünyanın. aldım onu da zamana ekledim. çoğaldım çoğaldım... bir korku yaladı bileklerimi ki hiç fark etmedim.


necati subaşı

necati' ye

kırlangıçlar,

boyuyor gökyüzünü kanatları fırça darbesi... mor bir kale dökülüyor büyük uğraşlar sonunda, gökyüzü fethedilemeyen aşk. askerleri var o kalenin, suskun ama delice. boyadıkça örtüyorlar geceyi gündüze. deliliği çağırıyor kırlangıç çığlığı, yitik bir aklın evindeki partiye. tek kişilik. tek'in misafiri kişilik. ağızdan ağıza bırakıyorlar kelimeleri, sonra çoğalıp gökyüzü hanedanlığında taş atıyorlar yuvalarımıza taş atıyorlar korkusuzca. zavallı gözbebeklerim toprağa düşmüş yüzünü okuyor, ayrılık ve unutuş mevsimsiz bir şarkı. ne okuyorum o yüzde. yitik bir çocuk saati, yeşil çimenlerin ıslak tohumlarına karışmış. sonra ben saati ararken zaman yeşeriyor otların arasında. bir yapraktan bir yaprağa geçiyor dakikalar. onlarla beraber ben de büyüyorum. sonra saatleri taşıyor bir incir ağacı kendince. sevişmeler büyüyor o vakit, seher süt kesiyor ötüşlere.ben büyüyorum. büyüdükçe küçülüyor ellerime sığan yapraklar. zamanım daralıyor. iki noktanın payına düşen mesafeler uzuyor. bulamıyorum saatimi çimenlerin arasında. ağlayarak beliriyorum evin kapısında. yitik bir çocuğu saklıyor kapı. zamanlarımız karışıyor birbirine. hikayesini dinliyorum, hikayesi oluyorum eşiğin. sonra uzun uzun beliriyorum içime sinmiş öykülerin şaşkınlığıyla. genç bir delikanlı sesiyle atıyorum içeri bedenimi. pencereler var perdeleri ile kavgalı. yalnızlığı anlatıyorlar. çekimsiz pervazların asılı kumaşlara itirazlarını dinliyorum bir bir. dinliyorum, dinledikçe büyüyor kulaklarım. iki noktanın payına düşen mesafeler de büyüyor. odaya geçip yatağa bakıyorum. anıları yastığa saklamışlar. nemli, çok uzakta değil. ayaklarım ağrıyor. çınlayan kulaklarımı tanımıyorum. sesleri notalarına yabancı, uykuyu bekliyorlar. banyoya giriyorum.aynasında duvarın beyaz bir yüze bakıyorum şimdi. bakmadığımı biliyorum aslında. kaybettiğim iskeletten öte birşey. kaslarım değişmiyor. zamananımı durdurup açıyorum musluğu. suyla beraber akıp giden etlerim, eriyorum. eridikçe sayılarım sıfıra eşitleniyor. sonra düşlerimde üstümü örtüyorum, üşümemek için. öylece bekliyorum.

deliriyor mu şehrin yüzü, bu bir soru bütün cevaplar için.

anahtar kelime : intikam gezegeni

vildan a...

Nasıl isterdim ‘sen bu satırları okurken…ben… ’ diye başlamayı bu mektuba… olamayacak…
Gittin, haberini aldım… telefonla…
Yağmur yağdı, ıslandım, bir daha ıslanamayacağını bilmekten utandım… yapabilecekken yapmadıklarım, arayabilecekken aramadıklarımdan pişmanım… özlemek sonranın işi… kızma tutmadığım sözlerim için…
Gerçekten buradan daha iyi bir yer var mı gideceğimiz? Yoksa biz yok olmaya mı dayanamıyoruz, bu yüzden mi cenneti cehennemi yaptık, yolu uzun mu ya da hemen vardın mı gideceğin yere?
Üzgünüm…

çok

bu kente yağmur yağmaz mı,yağar elbet...hem de usulca...
kediler de ağlar,gülenlerini de gördüm oysa...

bunca zaman sonra,yolun karşı tarafında,tepende yağmur öylece yürüyordun,sanki yağmur değil de sen kente dağılıyordun. hep telaşsız,hep kendine kalan bir adım,bir aydınlığı adımlıyordun...

sevindim...çok hem de...

7 Haziran 2010 Pazartesi

ÇEKİNİK

Herkesin kendi kendini vermesi başka
Burası bir kırık dökük bir yaşta
Düşüyor yanaklarından
Damla damla güneş batarken
Boynu bükülmüş bir kedi

Gözlerindeki ışıltıyı toprak alamadı
Burası uzakta bir boşluk
Bilmez, anlamış bir çift göz
Bakıyor şimdi boynu bükülmüş bir kedi
Ağlıyor çevresi

Sabah bir çift sigara
Ve sevgi üstünü örten bir yorgan
Burası basitçe sıkıntı içerisinde sıkışmış bir kent
Betonları ve çamaşır ipleri ile
Kinleri ile sarılmış bir şarkı
Soğumuş şimdi tırnakları
Bu sefer de çıkarmamış dışarıya

Bilinmeyen bir yerde değil
Belki evinde şimdi
Evinde olanlar için ağlayanlar
Burası şimdi sabahları bir çift sandalyenin baktığı bir gurbet
Ve bu sefer ışıltıları yere bükülmüş bakıyor
Boşluğundan sıcaklar iniyor
En zorundan geçiyor
Kucaklıyor geri dönüyorsun
Yeniden gelmek için
Bu sefer gidiyorsun, itiliyorsun

Boynu bükülmüş bir anıdan daha çok
Uyakların bile çalışmadığı
Ölçülerin anahtarını yitirdiği bir ses
Dönüyor
Burası bir gün doğumu bu sefer
Ve sen toprağın içerisindesin
Üstünde yanan bir ışık
Bitinceye dek bu sefer sen yukardasın
Bakıyorsun

Sen evindesin artık
Ve bizler tuhaf bir gurbetteyiz
Koynun soğuk değil aslında
Yatıyorsun yanımızda
Gidemeyen bu şehrin tekerlekleri
Sana umut bile olamadı diyerek
Korkusuzca burası şimdi
Boşluğundan haberdar
Özleyerek çekinik.



Eda ACARA

kış,balkon,botanik?

Bu yağmur kara döner, protokol yolundan eve yürürüm akşam… en olmayacak ayakkabımı giymişim parktan yürüsem olmaz, düşer ıslanırım…

Gerginliğimin kusuruna bakma, her sabah botanik bahçesinde yürüyorum ama zerre kadar huzur bulmuşluğum yok, ya da odamın duvarı çok incedir, bu yüzden nefes almakta zorlanıyorumdur….
….

Yalnızca karanlıkta salgılanan hormonlar var dedi. Tam da yatacağı yeri göstermek üzereydim… sustum… koca adamsın, sakın karanlıktan korkuyorum deme! dedi… demedim… yatacağı yeri gösterdim.

Salona geçip bir sigara yaktım, televizyonu açtım, uyumak için en verimli olanı aradım, oldum olası o kadar ilgisizim ki olan bitene bir tek kelimeye bile takılmadan uyuyabiliyorum salonda… kanepe biraz dar ama ben zaten çocukluğumdan beri aydınlıkta uyuduğum için çok büyüyemedim… kim tahmin edebilirdi ki işime yarayacağını?

İnsanın kendisinden tedirgin olması ne garip.

Şimdi gidiyorum ama döneceğim dedi… sessiz kalmayı tercih ettim. ne camdan gidişini izledim ne de derin bir sessizliğe büründüm. Banyoya gidip yüzümü yıkadım,geceden kalan yemeklerden atıştırdım,kış günü balkonu yıkadım… Sonra Aslı geldi…Çok yorgunum biraz kestiricem ses yapma olur mu dedi…tamam dedim…zaten susuyorum günlerdir,bugün de susarım dedim içimden,gitti…uyudu…

Mutfağa yürüyüp bir sigara yaktım, çok yorgunum ses yapma olur mu dedim… kedi arkasını dönüp salona yürüdü…

6 Haziran 2010 Pazar

filika

Öylece uzanmış, mevsimin ne zaman böyle döndüğünü düşünüyorum yatağımda…

Uzun…

Sıcak şekilleri ve zamanı tanımsızlaştırıyor bazı mevsimlerde, ya da en çok mevsim geçişlerinde ama bu mevsim en fazla yan komşuya kadar geçebilir.

Mevsimleri, sokakları, en çokta şehirleri ve ağaçları yazdım. Erguvanları kuş sandığım zamanlara denk gelen fotoğraflarımı sakladığım yerden çıkartalı çok olmadı daha, kim umursuyor ki zaten gün batarken söylenen birkaç cümleyi… benim bile kaçasım gelmişken bu kurmacadan kimseyi suçlayacak değilim kalamıyor diye.

Deniz üzerinde yüzen filikalar gibi, ilk bulanın elinde kalacak bu yazılar. Sırlarını söyleyecek kapılar bulmalı insan hayatta, yazdıklarının yerini bilen en az bir kişi olmalı ki vücut bulabilsin günler.

Bu yazı da tamamlanamayacak… böylece kalacak işte…

5 Haziran 2010 Cumartesi

kimin tarafındasın?

bunca şeyden sonra,bütün o olanlar ve yaşananlardan sonra o nun üzgünlüğüne üzgünüm dedim...

özgüvenine hayranım ama
muhtemelen senden daha iyisini bulacak,hem de her açıdan dedi...

sonra bir yudum daha aldı içkisinden,konuşmadık.

film karesi gibiydik,ben başrol değildim.

rüya

bütün gece yoldaydım..sabah erken,işler var halledilecek,görülecek dostlar,görülmesi gereken yabancılar var...koca gün geçti gitti...

uyudum,akşam üzeri sıcakla soğuk arasında...
uzatmayayım...

rüyamda uçuyordum,bilerek,isteyerek,defalarca...

3 Haziran 2010 Perşembe

?

aslında abarttığımız gibi değil,hep kaçacak bir yer vardır biliyorsun...

sabahları lanet ve kötü dilek mesajlarıyla uyanmanın dayanılmaz hafifliği bürümüş gözümü,önüme gelene saldırıyorum...

sahnede çömez bir şarkıcı,çalgılardan bıkmış,söylemekten başka bir seçeneği var mı?

peki bize ne oluyor necati? neden gidip tenhada iki kadeh atamıyoruz?

artık çok geç,kaçacak bir yer kalmadı biliyorsun,çünkü kaçacak bir şey kalmadı,kaçmanın kaçmaklığı kalmadı bir bakıma.

yaz başı bu şehir en gözde zamanlarını yaşıyor yine,sanki bütün havası sönmeyecekmiş gibi ay sonunda...parklar ve kediler bize kalıyor,bu mevsimlik boşanmadan devralınan velayetlerin tümü barlarda değiş tokuş ediliyor.

istediğin kadar konuş,istediğin kadar batır kafamı suya;
bu bıkkınlığa bir harf daha katmayacağım...

2 Haziran 2010 Çarşamba

bu işte bir yanlışlık
yok mu?
sinirleri bozulan karınca gibi
yolunu şaşırmışsın kabilenin
uğramadığın kaç arkadaşın varsa
topla bana gel bu gece
kafaları çekelim


msd